Giriş
Sömürgecilik hareketleri, tarihsel açıdan XV. Yüzyılında Portekiz ve İspanyolların başlattığı “Coğrafi Keşifler” neticesinde ortaya çıkmış ve İngiltere’de XVIII. yüzyılda meydana gelen Sanayi Devrimiyle hız kazanmış bir kolonileştirme hareketidir. Bu doğrultuda kolonyalizm terimi bir devletin başka ulusları, devletleri ve toplulukları siyasal, ekonomik, dinî, sosyal açıdan egemenliği altına alarak bu topraklarda yayılması ya da yayılma amacı gütmesi şeklinde özetlenebilir.
Avrupalı devletlerin sömürgecilik anlayışı bu temeller üzerine inşa edilmiş olup asimilasyon, misyonerlik, sosyal baskı, siyasi baskı ve ekonomik baskı gibi yöntemlerin uygulanmasıyla neticelenmiştir. Özellikle XV. yüzyılda köle ticareti ile başlayan Afrika sömürüsü uzun yıllar boyunca devam etmiş ve etkileri günümüze kadar gelmiştir. Bu yazı, Avrupalıların sömürgecilik anlayışını en güzel temsil edebilecek olan Afrika kıtasını seçmiştir ve bu kıta bağlamında emperyalist devletlerin kolonileşme yöntemlerini açıklama gayretinde bulunacaktır.
Asimilasyon ve Misyonerlik Faaliyetlerinin Çerçevelediği Avrupa Sömürge Anlayışı
Afrika’nın keşfi, bu kıtaya gönderilen kaşiflerle ve Hristiyanlığı yaymak üzere gönderilen misyonerlerle sağlanmıştır. 18 ve 19. yüzyıllara gelindiğinde ise artan Afrika’yı tanıma merakı neticesinde Afrika’ya gönderilen seyyahlar, maceraperestler özendirilmiş sağ dönen kişilere de madalyalar ve mükâfatlar vaat edilmiştir. Bu dönemdeki misyonerler ise Avrupa devletleri tarafından fonlanmış ve eğitim müfredatı açısından daha düzenli ve stratejik hale getirilmiştir. Bu dönem misyonerlik faaliyetlerinin çok popüler olduğu 1800-1860 yılları arasına denk gelmektedir.
Avrupa sömürgecilik anlayışı, hiçbir zaman sadece sömürdükleri bölgelerdeki ekonomik hazineleri elde etmekten ibaret olmamıştır. Sömürdükleri bölge hakkını kontrol etme isteği altında bu kişilerin dinlerini de sömürüp kendi faaliyetlerini meşrulaştırma yoluna gidilmiştir. Kendileri, İngiliz tüccarlar tarafından istismar edilen Afrikalı halka, barış, bağışlama ve iyi komşuluk vaazlarını vermişlerdir. Bu durumdan da anlaşılacağı gibi misyonerlerin sömürgecilikte bir rolü olmadığını düşünen akademik çevrenin yanı sıra, misyonerlerin toplum içindeki statüsüne bakıldığında pekâlâ bir rolü olduğu görülür. Bunun yanında Avrupalı insanların Afrika’daki varlıklarına meşruiyet kazandırma uğruna dile getirdikleri anlayış ise kendi “üstün” ırklarının mensubu olan bu “seçkin” Batılı tebaanın, Doğulu kardeşlerine duyduğu “içten” bir acıma ve bu işin çaresini bu ülkelere “medeniyet” getirmenin kendilerini hayırsever bir insan konumuna koyacağını sanmalarıdır.
Ali Mazrui (1969) sömürgeci devletlerin Afrika’yı araştırmalarında üç temel hedefininin olduğunu öne sürmüştür. Bu hedeflerden birincisi, Avrupalıların gönderdiği bilim insanları ve kaşiflerin yazmış oldukları seyahatnameler ve çalışmalardır. İkincisi, Afrika’nın coğrafyası üzerine yapılan çalışmalardır. Bu çalışmalar daha çok Sömürge devletlerinin ekonomik çıkarları için yürütülmüş olup yeni Pazar yerleri, madenî kaynaklar, değerli kaynaklar, su kaynakları ve yollar keşfetmek içindir. Bu çalışmalar hem sömürgeci devletler hem de ticari kuruluşlar tarafından bolca desteklenmiştir. Üçüncüsü ise Afrika’da Hristiyanlık inancını yayma arzusudur.
Avrupalılar, Afrika’ya gitmelerindeki bir diğer nihai sebebin bu olduğuna inanıyorlardı. Kendilerini askeri ve teknolojik bakımdan üstün görmelerinin yanı sıra, Asya ve Afrika kıtalarına egemen olmalarını Tanrı’nın bir takdiri ve isteği olduğuna inanıyorlardı. Bu neticede kendilerini “dinsiz toplum” olan Afrikalıları aydınlatmak ve onları doğru yola getirecek bir aydın gibi hissediyorlardı.
Batılılar, sömürge ülkelerini “misyon ülkeleri” olarak adlandırıyordu. Bu misyon ülkelerinde en başarılı asimilasyon ve misyonerlik faaliyetlerini sürdürenler ise şüphesiz Fransızlar olmuştur. Fransız misyonerleri, kendi ülkelerinin kiliseleriyle birlikte hareket etmenin en güzel örneğini göstermiştir. Bunu, 1875 yılında kıtanın farklı ülkelerinde bulunan Katolik misyonerlerinin dörtte üçünün Fransız rahibelerden oluştuğundan anlayabiliriz.
Yine bu dönemde Afrikalıları Hristiyanlaştırmayı çok isteyen le Bearnais Charles Martial Aallemand Lavigerie, bu amaca hizmet etmeleri için 1868 yılında Afrika Misyonerleri Cemiyeti’ni kurmuştur. Kendisi aynı zamanda bu cemiyet içinde Afrikalıları Hristiyanlaştırmak adına büyük faaliyetlerde bulunmuş Beyaz Babalar (Peres Blancs) ve Beyaz Rahibeler (Soeurs Blanches) gruplarının da kurucusudur. Bu cemiyetler ve grupların hedef kitlesi ise daha çok kuzey ve batı Afrika’daki Müslümanlar seçilmiştir.
Fransa’nın Afrika’daki asimilasyon ve misyonerlik başarısının altında diğer Avrupalı devletlerden farklı olarak yürüttüğü yöntemler yatıyordu. Bu yöntemlerin farklı olmasının sebebi ise Fransız şuurunun Fransız istismarcılığına dayanıyor olmasıydı. Yani Fransızlar kendi medeniyetlerini öbür milletlere götürülmesini kendilerine bir vazife olarak görüyor ve bu devletleri de kendi topraklarından ayırmıyorlardı. Bu nedenle kendi ülkelerindeki Katolik kiliselerle Afrika’dakiler beraber hareket ediyorlardı. Bunun bir diğer sebebi ise Fransızların Afrika’dan ayrılmayacaklarını düşünmesiydi.
İngilizler ise daha çok Afrika’ya kendi çıkarları çerçevesinde baktıkları için ve gelecekte bu ülkelerde barınmayacaklarını öngördükleri için Afrika’da bulundukları zaman diliminde koparabildikleri kadar ticari kaynağı sömürmeye çalışmışlardır. Bu nedenle İngilizlerin hem Afrika otoritesine olan bakış açısı hem de eğitim ve misyonerlik çalışmalarına bakıldığında daha düzensiz ve umursamaz tavrı dikkat çekmektedir.
Fakat İngilizlerin aksine Fransızların tutumu çok farklıydı. Fransızlar, İngilizlere nazaran Afrika ülkelerinde “doğrudan yönetim” e başvuruyorlardı. Bunu da Afrika’daki geleneksel otoriteleri göz ardı ederek gerçekleştiriyorlardı. Yönetimde böyle bir tutum sergileyen Fransızlar doğal olarak asimilasyon babında Afrika kültürünü de reddetmiştir. Halkın geleneksel kültürlerinin var olmadığı ya da değersiz olduğuna kanaat getirmişlerdir. Afrika toplumu da bunun ziyadesinde “barbar” bir millet, tarihsiz veya medeniyetsiz olarak görülmüştür.
Fransızlar “medenileşmek” terimini “Fransızlaştırmak” olarak gördükleri için siyah Afrikalıları en iyi ‘‘fransızlaştırma’’ yöntemini eğitim politikasıyla yürütmüşlerdir. Bunun için ise Fransızların kurduğu okullarda Fransızca resmî öğretim dili olmuş ve bunu takip eden kurum ve kuruluşlardaki resmî dil de Fransızca kabul edilmiştir. Fransızların yürüttüğü bu asimilasyon dil politikası, Fransız sömürgeciliğinin en önemli ve benzersiz özelliklerinden biriydi. Nitekim Fransa’nın uyguladığı bu dil politikası, günümüzde Afrika’daki post-kolonyalizm ve neo-kolonyalizmin de bir parçası olmuştur.
Eğitimin ve dinin Avrupa sömürgeciliği anlayışında sömürülen halkı kontrol etme yetkisi vardır. Avrupalılar eğitimi, her zaman sosyal mühendisliğin birincil aracı olarak görmüşlerdir ve bu verdikleri sömürge eğitimiyle kendilerini yücelttikleri ölçüde Afrikalıları da değersizleştirmişlerdir. Bu değersizleştirme, hor görülme ve yok sayılma karşısında kalan Afrika toplumu da efendilerinin gölgesinde kalıp onlara körü körüne bağlanmak durumunda kalmıştır.
İnsan psikolojisinde bu Alfred Adler’in ortaya attığı bir terim olan “eziklik psikolojisi”ne son derece benzemektedir. Bu psikolojiye uzun yıllar maruz kalan Afrikalılar için efendilerinin otoritesini sorgulamak bir hayli zorlaşıyordu. Bir yandan da misyonerlikle birlikte dinin de eğitime katılıyor olması da bu sömürgeci beyin yıkama eylemine ilahi bir hava ve yetki veriyordu. Devlet, Sermaye ve Kilise arasındaki bu ittifak ise siyasi ölçüde halkın karşı koyma yetisini köreltiyordu. Teokratik yönetim şeklini kendi ülkelerinde uygulamayan Avrupalılar ise bu yönetim şeklini Afrika’da uygun görmüşlerdir. Böylelikle dinî açıdan da sömürülen ve çaresiz kalan halk birer “korkaklar” haline getirilmiştir.
Sömürgecilerin misyonerler aracılığıyla dayattığı eğitim, halkın beynini yıkamasının yanı sıra halkı bütünleştirici etkenleri de yok etmeyi arzulayan bir yönü de barındırıyordu. Misyonerler dini, Afrika’daki Müslüman etnik grupları ayırmaya ve onları Hristiyanlaştırmaya dönük kullanıyordu. Yerlilerde oluşturmak istedikleri Hristiyan kimliği ise özgürlük, eşitlik, medeniyet gibi sözde ideallerle halkın yaşam biçimi üzerinde kontrol sağlamak için başvurulan bir araçtı. Bütün bunların sonucunda ise halk, kendilerine derinden işlenen bu normlar neticesinde ve “aydınlanmış Batı” perspektifiyle kendi kültürlerini bile reddetmeye başlamışlardı. Nitekim bağımsızlık sonrası dönemde de böyle devam etti. Batı hayranlığının empoze edildiği eğitim sistemiyle başa gelmiş Afrikalı yöneticiler, bağımsızlıklarını elde etseler de Batı’nın dayattığı emperyalizme köle olmayı devam ettirmişlerdir. Bağımsızlık sonrası dönemde yönetim kısmının yanında eğitim ve dil açısından da yeterli atılım yapılamamıştır. Bunun sonucunda da sömürge döneminin yarattığı travmalardan sıyrılamamış bir Afrika yönetimi ve toplumu kalmıştır.
Sonuç
Avrupalılar sanılanın aksine sömürdükleri bölgelerde sadece hammadde kaygısından ve ticari çıkarları neticesinde sömürü elde etme endişesinden ötürü değil bölge halkının dinî ve eğitimsel sömürüsünü de amaç edinmişlerdir. Buradan anlayacağımız husus ise Avrupa sömürgeciliği özünde şiddetin ve sömürünün her türlüsünü içeren bir proje olmuştur. Bu devletlerin Afrika toplumuna geçmişte yaşattıkları kalıcı darbeler günümüzde de etkisini hala hissettirmektedir. Afrika’daki yöneticiler sömürge döneminde Avrupalıların halkı kontrol etmek için başvurduğu asimilasyon politikaları ve otoriteyi halka karşı güçlendirme çalışmalarını devam ettirmektedirler. Yani post-kolonyal dönem ve neo-kolonyal dönemdeki Afrika yöneticileri, sömürge devletlerinin izinden gitmekte bu kanlı dönemin izlerini silememektedir.
Achebe’nin (2000), Afrika toplumlarının kendi kültürlerine tekrar sahip çıkabilmelerinin yolunu belirtmek üzere; “Aslanlar (av) kendi tarihçilerini üretinceye kadar, avın öyküsü yalnızca avcıyı yüceltecektir.” diyen Afrika atasözünü belirtmiştir. Bu atasözünden de yola çıkarak Afrikalıların kendi tarihlerine, eğitimlerine, diline, kültürlerine ve geleneklerine sahip çıkabilecekleri bir reform üretme sürecine gidilmesinin kaçınılmaz olduğu bir gerçektir.
Kaynakça
Kaynak 1: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/910845
Kaynak 3: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2492664