Selda Geyik Yıldırım tarafından yazılan bu makale, çokkültürlülüğü tanımlamayı ve çokkültürcülüğü pratikleştirmeyi başaran ülkelerden biri olan Kanada’nın, özelinde çokkültürcülüğün nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap bulmayı amaçlıyor.
Makalenin ilk bölümünde, çokkültürlülük kavramı incelenmiştir. Çokkültürlülük kavramı, dünyada ilk kez 1957 yılında İsviçre’de kullanılmış; ortak anlamını ise 1960’ların sonunda Kanada’da bulmuştur. Çokkültürlülüğün farklı perspektiflerden yapılan tanımlarından biri olan Parekh’in tanımına göre çokkültürlülük, alt kültürel (örn: eşcinseller), görüngesel (örn: feministler, dindarlar ve çevreciler) ve toplumsal çeşitlilikten (örn: Çingeneler, Basklar, İskoçlar vb.) oluşmaktadır. Bu noktada ayrıca vurgulanması gereken bir husus var. Parekh, çokkültürlülük kavramını kullanırken az çok iyi örgütlenmiş topluluklar anlamını taşıyan toplumsal çeşitlilik grubunu kastetmektedir.
Makalenin ikinci bölümünde, çokkültürlülüğün zorunlu bir kabulleniş mi, yoksa gönüllü olarak yaşanan bir inşa süreci mi olduğu tartışılmış. Bu bölümde asimilasyon kavramına da değinilmiş. Ayrıca göçmen toplumu olarak da bilinen Kanada, ABD ve Avustralya’da uygulanan ve göçmenlerin geçmişini araştırmak yerine mevcut kültürel normları kabul etmelerini gerektiren Anglo Uyum Modeli’nden bahsedilmiş. Makalenin bu modelden bahsetmesi, bahsederken de Kanada’dan örnek vermesi, yazarın da çokkültürlülük kavramını zorunlu bir kabulleniş olarak gördüğünü gösterdiğini söyleyebilirim. Bu konuda yazar ile aynı düşünceleri paylaşıyorum.
Makalenin üçüncü ve son kısmında, çokkültürlülüğün kaynakları üzerine öne sürülen görüşler ele alınmış. Bu bölümde Canatan, Kymlica, Schnapper gibi yazarların konu hakkındaki görüşlerinden kısaca bahsedilmiş. Benim en çok katıldığım görüş ise “Avrupa’da göç ve göçmenlikten kaynaklanan yeni çeşitlilik ya da çok kültürlü toplum olgusu İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış yeni bir realitedir.” diyen Canatan’ın görüşü oldu. Yazar ise bu konuda, çokkültürlülüğün ve farklılıkların bu denli ön planda olmasından ziyade, kültürel ortaklık, kültürel etkileşim gibi kavramların ön planda tutulması gerektiğini savunuyor. Son cümlede, insanların farklılıklarını ötekileştirmek yerine kültürel alışveriş ve ortaklık kavramlarına vurgu yapılması gerektiği ve hepimizin bir bütünün bir parçası olduğu belirtiliyor. Böylece ortadaki farklılıkların göz ardı edilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu konuda da yazarın düşüncesine hak veriyorum.
Makaleye buradan ulaşabilirsiniz.