Küba, yıllar boyunca farklı milletlerin sömürge faaliyetlerinde gözüne kestirdiği coğrafyalardan biri olmuştur. Bundan dolayı da Küba tarihi hep bir direniş tarihidir. Bu yüzden de Küba anayasasının ilk paragrafında bu direnişe atıf vardır: “Biz, Küba Halkı, yaratıcı çalışmanın ve mücadele geleneğinin, ölümü boyun eğmeye tercih eden atalarımızın, topraklarımızın en eski sahiplerinin, efendilere baş kaldıran kölelerin dirençleri, kahramanlıkları ve acılarının savunucuları ve mirasçılarıyız.”
Her şeyin başladığı tarih aslında 27 Ekim 1492 desek pek te yalan olmaz. Christoph Kolomb Hindistan’ ı bulmak için çıktığı keşif seferinde Küba’ya ayak basmış ve adanın güzelliği karşısında “İnsan gözünün görüp görebileceği en güzel yer.” demiş ve bu toprakları İspanyol toprakları olarak ilan etmiş. O dönemde Karayipler’de ve Küba’da 350 000 nüfuslu barışçıl bir kavim olan Taino halkı yaşamakta. Kristof Kolomb, 3 ay bu bölgelerde kaldıktan sonra İspanya’ya geri döner. 1493’te Papa VI. Alexander, İspanyollara Kolomb’un bulduğu bölgeye yerleşip buradaki yerli halkı Katolik yapmalarını emreder. Papa fermanıyla İspanyollar önce Küba’nın doğusundaki Hispaniola adasına yerleşir sonra 1511’de İspanya kralı, Diego Velzquez’i adada ilk İspanyol yerleşkesini kurmak üzere genel vali olarak görevlendirir. Buna karşı Tainolu kabile reisi Hatuey ilk lokal direnişi başlatır ancak yakılarak öldürülür. Öldürülmeden önce bir Rahip gelip, Hatuey’e vaftiz olursa cennete gideceğini söyler. Hatuey sorar; “O dediğiniz yerde İspanyol var mı?” ”Elbette, hem de çok var.” der rahip. “Öyleyse ben oraya gitmeyeyim, daha fazla İspanyol görmek istemiyorum.” der ve bir pagan olarak öldürülür.

Derken bu sırada bir vatanperver ortaya çıkar. Carlos Manuel de Céspedes. Bu vatanperver vesilesi ile 1868 – 1878 yılları arasında İspanyollara karşı ilk bağımsızlık mücadelesi verilmeye başlanır. Bir çiftlik sahibi olan avukat Carlos Manuel de Céspedes, bir sabah kölelerini azad ederek kendisine katılanlarla birlikte İspanyollara karşı bağımsızlık mücadelesini başlatır. Ardından yayınladığı “Grita de Yala” bildirisi ile Küba’nın bağımsızlığını ilan eder. Böylece İspanyollara karşı “On Yıl Savaşları” başlar. Céspedes 1874’te bu savaşta öldürülür ama bugün bile “Vatanın Babası” unvanıyla anılmaktadır.
Ancak şunu asla unutmamalıyız. Söz konusu Küba ise direniş bitmez. Yazımın başında belirttiğim gibi Küba tarihi hep bir direniş tarihidir. Bu düzene bu sömürüye dayanamayan bir başka vatanperver José Marti önderliğinde ikinci bağımsızlık savaşı başlar. Bu adam aynı zamanda bir şair ve yazardır. Martí Amerikalıların Küba’ya çıkışlarını görmeden aynı yıl içinde 42 yaşında iken ölür. Ama “Canavarı tanıyorum, çünkü ininde yaşadım.” diyerek halkı ABD’ye karşı uyarır. Kısa yaşamına rağmen, Martí, Küba’nın ulusal kahramanı ve simgesi olur. Bağımsızlık ve özgürlükle ilgili yazdığı şiirlerle, bu ideali halka yaygınlaştıran kişi olmuştur. Türkçeye çevrilmiş devrim, özgürlük ve Küba özlemi ile dolu şiirleri var.
300 bin Kübalının öldüğü savaşta ne İspanyollar ne de Kübalılar kazanır. Çoktandır Küba’nın bereketli topraklarında gözü olan ABD, Kübalıların İspanyollara karşı açtığı savaşta Küba’dan taraf olarak İspanyolların adadan kovulmasında rol oynar. 1899 yılında Küba, ABD’nin koruması altında özgürlüğünü ilan eder. Böylece, Küba yüzyıllardır süren İspanyol sömürgesinden kurtulup 50 yıl boyunca ABD yönetimine girmiş olur. İşte tam bu noktada Amerikan vampirliği resmen başlamış olur. Bu süreç öyle bir süreçtir ki günümüzde bile halen daha Küba üzerine etkileri vardır.
İspanyollara karşı Küba’yı destekleyen ABD, Guantanamo Koyu’nda bir deniz üssü kurma hakkını alır. Gemilerin kömür ikmali için kullanılması koşuluyla ABD ye kiralanan Guantanamo körfezinin, askeri bir hapishaneye dönüştürülmesinden rahatsız olan Castro, bu üssü “Küba’nın onurunun ve egemenliğinin kalbine saplanmış bir hançer” olarak tanımlıyor. Küba’nın bütün gayretlerine rağmen ABD burayı askeri hapishane olarak kullanmaya devam ediyor.
Küba konumundan dolayı ABD için stratejik öneme sahip. Çünkü buradan hem Birleşik Amerika’nın güney kısımlarını hem de Orta Amerika’daki ülkeleri yönetebilme imkanına sahip oluyor. Ayrıca, o dönem için önemli olan şeker ticaretini de elde etmiş oluyor. Zamanla Küba Amerikalı zenginlerin, şirketlerin, kaçakçıların ve yasa dışı örgütlerin merkezi haline geliyor. Bu arada şeker üretimi ve şeker fiyatlarının, özellikle Avrupa’nın savaşta olduğu yıllar yükselmesi Küba’ya ekonomik açıdan altın dönemini yaşatıyor. Ama zenginleşen küçük bir kesim oluyor: Dünya Bankası 1950’de Küba nüfusunun %60’ının açlık sınırında yaşadığını açıklıyor.
Devamında da ortaya kapitalizm ve emperyalizmin başı olan ve genel olarak dünyanın başına beladan başka bir şey getirmeyen ABD, 1933’te Fulgencio Batista’nın iktidara gelmesine ve bununla beraber uzun bir diktatörlük sürecine dolaylı olarak zemin hazırlamıştır. Batista denilen diktatör ile toplumda çıkarları için fuhuş, kumar, yolsuzluk gibi yozlaşmaya yol açacak bir çok unsura göz yumuyor ve bu durum devamında ciddi bir huzursuzluğa zemin hazırlıyor. Bu duruma dayanamayan genç avukat Fidel Castro, Batista’nın suçlarını tek tek sıralayarak en az 100 sene hapis yatması gerektiğini savunur. En sonunda küçük çaplı direnişler başlar. En büyük direniş ise 26 Temmuz 1953’te başlar. Fidel, kardeşi Raul Castro, Ernesto Che Guevara, Camillo Cienfuegos gibi önderlerle başlattığı bu devrim hareketi nihayet 1 Ocak 1959’da başarıya ulaşıyor ve Fidel Castro önderliğinde Komünist aynı zamanda Anti-Emperyalist bir rejim kuruluyor. Bundan sonraki süreç Küba ile ABD arasındaki ikili sürtüşmeler halinde devam ediyor…
Kaynakça