İstanbul’un fethinden sonra imparatorluk sürecine girmiş olan Osmanlı Devleti’nde devletin uyguladığı hoşgörü politikasıyla beraber fethettiği topraklarda kültür ve toplum yapısının neredeyse hiç bozulmadan korunması, dolayısıyla devletin sosyal yapısının kozmopolit hale gelmesi Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile diplomatik ilişkilerinin temelidir diyebiliriz.
O dönem ‘süper güç’ dediğimiz Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da yaşanan kültürel ve özellikle teknolojik gelişmeleri göz ardı etmiş, IV.Mehmet döneminde alınan II.Viyana Kuşatması mağlubiyeti ile ve Avrupa devletlerinin diplomasi ile kurduğu ittifakı karşısında yaşanan diğer savaşlar, ‘süper güç’ unvanından ‘hasta adam’ unvanına doğru gidişinin zeminini hazırlamıştır.
Özellikle 18.yüzyılda yaşanan Osmanlı-Rus savaşları, imparatorlukta işleyen bazı yapısal sistemlerin çatlak verdiğinin habercisi olmuş, akabinde 19. yüzyılın ilk yarısında gerek III.Selim, gerekse Sultan II.Mahmut ile reformist hareketlere başlanmıştır. Her iki padişah da bahsi geçen sistem çatlağında önceliği ordunun değişimine vermiş, bu alanda köklü değişim denemelerinde bulunmuştur. Bunlar radikal değişimler olmuştur ancak bu değişimler, Osmanlı’nın iç dinamiklerinde derin çatlaklar meydana getirmiştir. (Özellikle Sultan II.Mahmud döneminde gerçekleşen ve tarihe ‘Vaka-i Hayriye’ olarak geçen Yeniçeri Ocağının ortadan kaldırılması, orduyu bir bakıma zayıflatmıştır.) Bu çatlaklar silsilesi imparatorluğun ekonomisinde de büyük zararlar meydana getirmiş, Avrupa coğrafyasında eksen sömürgecilik faaliyetleriyle yükselen Fransa ve İngiltere gibi geniş coğrafyalara hükmeden ülkelere doğru kaymıştır.
Sanayi Devrimi’nin getirdiği ekonomik rekabet, ülkelerin pazar arayışı ve yeni sömürge elde etme yarışı Avrupa’da diplomasiyi yeni bir sürece getirmiş, bu siyasi gerginlikten Osmanlı İmparatorluğu da Rusya’nın Akdeniz’deki emellerinden, İngiltere ve Fransa’nın ise bölgede Rusya’nın aktif bir yol izlememesini arzulamasından dolayı ‘doğal bir hedef’ haline gelerek nasibini almıştır.

İşte bu kaos ortamında Osmanlı’nın seçkin sınıfı, III.Selim ile başlayan yenilenme düşüncesini ciddileştirmiş, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Islahat Fermanı’nda alınan kararlarda da görebileceğimiz üzere siyasi yapıyı derin bir dönüşüm içerisine sokmaya çalışmıştır. Özünde ‘batılılaşma’ diyebileceğimiz bu reformlar doğal olarak Osmanlı’nın yüzünü batıya döndürmüş, halk nezdinde zor da olsa belirli bir kitle tarafından desteklenmiştir. Sultan II.Abdülhamid döneminde eğitim alanında yapılan reformlarla beraber, önceden sadece ‘reaya’ olarak görülen halk, belli bir bilinç sahibi olmuş, bu bilinç hasta adamın nasıl iyileşeceğine çözüm üretmek istemiştir. Oluşan bu bilinç demokrasiyi, halkın da yönetimde söz hakkı almasının gerektiğini ileri sürmüş, Sultan Abdülhamit’in I. ve II.Meşrutiyet’i ilan etmesiyle birlikte demokratikleşme süreci hızlandırılmak istenmiştir ancak bu kökten değişim doğal olarak derin bir muhalefeti doğurmuştur.
31 Mart Vakası’nın akabindeki olaylar, 18. yüzyıldan beri süregelen reform ve devrim hareketlerinin ne denli başarılı olduğuna ışık tutacaktır. Dünyada ortaya çıkan milliyetçilik akımıyla fethettiği toprakları bir bir kaybeden imparatorluğu kurtarma yönünde çeşitli fikirler ortaya atılmış, bu fikirlerin tartışıldığı ortamda Avrupa’daki gelişmelerden uzak kalan Osmanlı İmparatorluğu bir anda kendisini Dünya Savaşı’nda bulmuştur.