AİK Yazılar ORTA DOĞU’DA TERÖR 

ORTA DOĞU’DA TERÖR 

Categories:

Orta Doğu denilince ilk akla gelen şey “Terör” kelimesidir. Orta Doğu’nun terörle anılması yakın zamana baktığımızda doğrudur ancak uzun vadede terör olaylarının sık gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Zira Orta Doğu’da terör faaliyetleri son 20 senedir şiddetli bir şekilde artmıştır. 1968 ve 1980 yılları arasında terör eylemlerinin %28’i Avrupa’da %26’sı Latin Amerika’da gerçekleşirken 1990’lı yıllara geldiğimizde terör eylemlerini sistematik bir şekilde Orta Doğu’da yaşandığını görüyoruz. Bu yazıda, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Afganistan’a işgali ve ardından diğer Orta Doğu ülkelerinde yaşanan süreç incelenecektir. 

Afganistan, Suriye ve Irak

1973’ten beri Afganistan’ı yöneten Muhammed Davud Han, ilk başlarda SSCB’ye yakın politikalar uygularken,  1975’ten sonra bu politikalarda değişikliğe gitti. Başta Pakistan olmak üzere İslam ülkeleri ve Batı ile iyi geçinme politikası izlemeye başladı. Aynı zamanda devlet görevlerini solcu olmayan yöneticilere vermesi, ileri gelen Afgan komünistleri tutuklaması darbeye giden yolu açtı. 1978 yılında Komünist lider, Hafizullah Amin  ordu içinde kendisine bağlı olan askerlerle ‘‘Sevr Devrimi’’ denilen darbeyle yönetimi ele geçirip Davud Han ve ailesini öldürdü. Sovyet yanlısı Afganistan Demokratik Halk Partisi kuruldu ve devlet başkanı olarak Nur Muhammed Terakki getirildi. 

Bir süre sonra devrim yapanlar da kendi aralarında fikir ayrılığına düştü. Bir tarafta Terakki ve Amin’in de bulunduğu Halkçılar, diğer tarafta Babrak Karmal’ın başı çekti Perçemciler (Bayrakçılar). Halkçılar bu mücadelede galip gelip rakiplerini sürgüne gönderdi. Bu kavga bittikten sonra bu defa da Amin ve Terakki arasında bir güç mücadelesi başladı. Terakki, Amin’in emri ile öldürüldü. Amin, Terakki’den bile katı politikalar uygulamaya başladı. İktidara geldiğinde binlerce insanın infaz emrini verdi. Bu tavır Afganistan’da anti-komünist eylemleri arttırdığı için SSCB’nin hiç hoşuna gitmiyordu. Amin’in ABD ajanı olduğunu iddia eden SSCB, 24 Aralık 1979’da Afganistan’a işgal etti. Amin bilinmeyen bir şekilde öldürüldü, yerine Sovyetlere sadık Babrak Karmal getirildi.

Sovyetlerin müdahalesi tahmin edilenin aksine direnen mücahitlerin öfkesini arttırdı. Ayrıca haklı olmayı Sovyetlere karşı olmak olarak gören Batı, itibarını kaybetmek istemeyen Suudi Arabistan, bölgede gücünü kanıtlamak isteyen Pakistan ve SSCB ile fikir ayrılığı yaşayan Çin bu durumdan hiç de memnun değildi. Mücahitlere en büyük destek hiç gecikmeden onlardan geldi. Bu sayede mücahitler hem ciddi bir silah yardımı alıyor hem de medyada meşruiyet kazanıyorlardı. Her ne kadar şehir merkezlerinde başarılı olsa da kırsal alanlardan Sovyet askerleri ağır bir mağlubiyet yaşıyordu. En sonunda dayanamayan SSCB, ciddi bir maddi ve askeri kayıpla beraber 1989’un ilk aylarında Afganistan’dan çekildi. Sovyetlerin çekilmesi ile oluşan boşluğu ileride Taliban dolduracaktı. 1990’larda mücahitlerin bir araya gelmesiyle bir örgüt oluşturuldu: ‘‘El-Kaide’’. Bu örgütün kurucuları arasında bir isim çok dikkat çekiyordu, Usama Bin Ladin. Ladin’e Libya, Mısır, Suudi Arabistan ve Sudan gibi Müslüman ülkelerdeki mücahitlere maddi ve manevi destekler sağladı. 

Tarih 20 Mart 2003’ü gösterdiğinde, ABD ve Birleşik Krallık hükûmetleri, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bu silahların koalisyon ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkenin güvenliğini ciddi şekilde tehdit ettiği, demokrasiye aykırı davrandığı ve Saddam Hüseyin’in El-Kaide’ye destek verdiği gerekçesiyle Irak’ı işgal etti. Elbette bunun Irak’ta bulunan petrol rezervleri ile hiçbir ilgisi yoktu tamamen ABD’nin demokrasi yayma arzusuydu. Ladin, bu kavgaya Ebu Musab ez-Zerkavi öncülüğünde katıldı. İşgalin başlamasından kısa süre sonra düzenli Irak ordusu ABD’ye yenildi, Saddam Hüseyin, 30 Aralık 2006 tarihinde Kurban Bayramı’nın ilk gününde asılarak idam edildi. İddia edilen kitle imha silahlarına ve belgelere hiçbir zaman ulaşılamadı. Geride yaklaşık 1.5 milyon ölü insan, taş üstünde taş kalmamış bir vatan ve onuru kırılmış, şiddetten başka bir şey görmemiş bir halk kaldı. ABD, Baas partisini yok edip yerine  Şiilerden oluşan bir parti getirdi. Yıllarca devleti yöneten Sünniler ise azınlıkta kalmıştı. Bu karmaşadan faydalanan El-Kaide, Sünni gruplar arasında hızla yayıldı ve Irak kolunu kurdu. Şii hükümetin gücünü kırmak isteyen Zerkavi, Şii halkın bir kısmını katletti. Bu katliam El-Kaide lideri tarafından tepki alsa da Zerkavi bunu umursamadı, çektiği bir videoda  ABD’yi Irak topraklarından küçük düşmüş bir şekilde yollayacağını duyurdu. Kısa bir süre sonra ABD saldırısıyla öldürüldü. 

Bu durum onları durdurmaya yetmedi aksine Sünni gruplar bir araya gelip yerine Abu Hamza Al Muhacir’i atayıp Irak İslam Devleti’ni ilan etti. Örgütün,  kendilerine kabul ettikleri bayrak da ciddi manalar taşımaktadır. Örgütün bayrağında siyah bir zemin üzerinde Kelime-i Tevhid yazmaktadır. Bayrağın siyah olma nedeni  Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kullandığı “raye” isimli bayrak siyahtır. Rivayete göre, Hz. Muhammed Medine’ye hicret edip devleti kurduğunda bir bayrağa ihtiyaç duymuşlar Hz. Muhammed de eşi Aişe’den baş örtüsünü vermesini istemiş. Hz. Aişe de siyah başörtüsünü vermiş ve bayrak yapmışlar. Irak İslam Devleti burada buna atıf yapmak için siyah bayrak kullanmaktadır. Ancak garip olan şudur ki Hz. Muhammed kurduğu devlete ” İslâm Devleti” dememiştir. Medine’deki Yahudiler başta olmak üzere birçok gayrimüslim ile ortaklaşa kurulan bu devletin adı “Medine Şehir Devleti”dir. İslam Devleti olduğunu iddia eden ilk devlet Irak İslam Devleti olmuştur.

Zerkavi’nin vefatının ardından sonra örgüt 2009’a kadar pasif kaldı. ABD Sünni ülkeler arasında, Irak İslam Devletie karşı  SAH-WA ( Sünni Uyanış) hareketini kurarak, politik, ekonomik ve sosyal yardımlarda bulundu. 2011 yılında ise ABD Irak’tan çekildi. Irak başbakanı Nuri el Maliki ülkede yeterince otorite kurduğunu sanarak SAH-WA hareketine desteği kesti. Bu hamleden sonra İran destekli Şii gruplar bölgeye nüfuz etti. Sünni ve Şii mezhepler arasındaki çatışmalar yeniden alevlendi. Yok olduğu düşünülen örgüt Ebu Bekir el Bağdadi liderliğinde çok daha güçlenerek ortaya çıktı. Tam bu sıralarda Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın etkileri bölgeyi sardı. 

Suriye’de Beşşar Esad büyük bir halk isyanı ile karşı karşıya kaldı. Bu isyanlara şiddetle cevap verince Bağdadi de Suriye’de Sünnilere kötü davranılıyor gerekçesiyle isyan eden halkın arasına karıştı. Ayrıca Suriye ordusu içindeki birçok asker bu durumdan rahatsız olup Beşşar Esad’ın temsil ettiği rejimi devirmek için Özgür Suriye Ordusu’nu kurdu. İsyan eden halk grupları arasına karışan El-Kaide üyelerini bahane ederek istediği şiddeti uygulayabileceğini planlayan Esad, gücünü kaybederken Özgür Suriye Ordusu da demokrasiden giderek uzaklaştı. Bu karışıklığın içinden Bağdadi topraklarını genişleterek çıkarak örgüte yeni isim verdi: Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD). 29 Haziran 2014’te Bağdadi Irak’ın en büyük ikinci şehri Musul’da Cuma namazını kıldırıp hutbe verdi ve hilafetini duyurdu. 

ABD, 60 ülkenin de destek  verdiği koalisyonla IŞİD’e karşı hava saldırılarına başladı. Bu saldırılar 5 yıl sürdü ve sonunda IŞİD’in kazandığı bütün topraklar geri alındı. Bu ağır yenilgiyi tam atlatamamışken örgüt ağır bir darbe daha aldı. 26 Ekim 2019’da örgüt lideri Bağdadi’nin ve sözcüsü Hasan Muhacir’in bulunduğu ev ABD hava saldırısıyla yok edildi ve örgütün lideri Bağdadi bu hava operasyonu neticesinde öldü.

ABD ve IŞİD yayınladığı açıklama ve ses kayıtlarıyla Bağdadi’nin ölümünü doğruladı ve aynı zamanda ABD’ye sevinmemesini söyleyip tehditler savurdu. Bununla beraber yeni bir halife olarak Ebu İbrahim el Kureyşi atandı. Bu onun adı değil, künyesi idi. Örgüt 20 Ocak 2022’de Suriye’de El-Sine cezaevine saldırdı. Bu saldırı IŞİD’in hilafetini kaybettikten bu yana yaptığı en büyük saldırıydı ancak cevap da gecikmedi.

3 Şubat 2022’de son lider Ebu İbrahim El Kureyşi’nin kaldığı eve operasyon düzenlendi ve öldürüldü. Suriye ve Mezopotamya’da gücünü kaybeden örgüt orta Afrika’da SAHEL denilen bölgeye yöneldi. Örgüt bu bölgede,  özellikle Burkina Faso, Mali, Nijer ve Çad gibi ülkelerde çok daha aktif eylemler düzenlemeye başlamıştır. Burası ABD’nin hâkim olmadığı bir bölge olduğundan işi çok daha kolaylaştı. Bu bölgeye baktığımızda halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olmamasına rağmen IŞİD, -özellikle gençler arasında- kendisine çok fazla destek buluyor. Bölgede Fransa önderliğindeki Afrika Devletlerinin terörü önleme çabalarının yetersiz olacağı da aşikar.

1990’lı yıllarda El-Kaide dışından Afganistan’da kurulan başka bir örgüt daha vardı. Afganistan ve Pakistan sınırındaki bir il olan Kandahar’daki medrese öğrencileri tarafından kurulan ve Peştuca “talebeler” anlamına gelen Taliban. 1994’te Taliban siyasi boşlukta yeni bir örgüt olarak ortaya çıktı. Şehir merkezlerinde Afgan hükümeti kontrol sağlarken kırsal alanlarda Taliban güçlüydü. Kırsal alanlara Afgan hükümeti giremiyor ve Taliban istediği gibi vali atayıp yönetiyordu.  Taliban sadece 2 sene içerisinde bütün Afganistan’da büyük bir güce sahip olup Afganistan’ın yönetiminin eline aldı. Taliban yönetimini tanıyan ilk 3 ülke Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmuştur. Bu olaydan sonra 1996’dan 2001 yılları arasında Taliban’ın mutlak hâkimiyetini gördük. 

Tarih 11 Eylül 2001’i gösterdiğinde ABD’deki İkiz Kuleler’e bir saldırı düzenlendi. ABD saldırıyı düzenlediği gerekçesiyle El-Kaide’yi Taliban’dan istedi. Taliban lideri Molla Ömer, El Kaideyi teslim etmeyeceğini açıklayınca ABD, NATO ile Afganistan’a askeri operasyonda bulundu. Bu saldırılarla Taliban ve ABD arasındaki çatışmalar başlamış oldu. Saldırılar sonucunda Taliban’ın gücü kırıldı ve ABD bölgede kendisine yakın bir hükümet kurdu. ABD ve Taliban arasındaki çatışmalar 20 yıllık bir süreç içerisinde aralıklarla devam etti.

Yemen

Yemen’de çatışmalar çok uzun zamandır devam etmektedir. 1990’larda muhalefet olarak Şii bir hareket olan Husileri görmekteyiz ancak Husiler 2004 yılına kadar iktidarla herhangi bir askeri çatışmaya girmemişti. 2004-2010 yılları arasında ise Husiler ve Yemen hükümeti arasında 6 tane iç savaş yaşanmıştır. Yemen’in, kuzeyinde Husiler, güneyinde ise Sünniler, Selefiler ve Müslüman Kardeşler gibi grupları görüyoruz. Bu grupların her biri başka bir bölgeye hâkimiyeti altına aldı ve bazı bölgelerde çatışmalar devam ediyor. 

Husiler, İran tarafından destekleniyor hatta Hizbullah tarafından eğitim almış bir örgüt. Güneydeki yerel kuvvetler ise özellikle Suudi Arabistan tarafından destek almakla beraber Birleşik Arap Emirlikleri’nin  de desteğini sayabiliriz. Arap Baharı ile beraber Husiler, güçlerini arttırdı ve 2014 yılında başkent Sanaa’yı ele geçirmeyi başardı. Halkın çoğunluğunun da Şii olmasının Husiler’e avantaj sağladığı düşünülse de aslında Husiler en büyük avantajlarını ekonomik ve politik şekilde alıyorlar. Örneğin devrik lider Salih idam edilmeden önce kendisi ve ona bağlı olan bazı gruplar ve kabileler Arap bombardımanından kötü etkilenmiş olan birlikler Husilerin içinde bulunuyor. Bu durum aynı zamanda Husilerin içindeki dengelerin her an altüst olabileceğini de gösteriyor. Güneydeki gruplar ise geçiş hükümeti olan Hadilerin, Husilerin iktidarliğından çok daha meşru olduğunu savunmakla beraber, Suudi Arabistan’dan da destek alıyor. 

Lübnan 

Suriye’nin her zaman kendi toprağı olarak gördüğü, İsrail’in ise kendisine gelecek tehditlerin çıkış yeri olarak tanımladığı, Filistinlilere göre sığınak olan Lübnan’da da durumlar çok farklı değil. 1967 Arap-İsrail savaşı Lübnan açısından önemli gelişmelere yol açtı.  Batı Şeria ve Gazze’nin İsrail tarafından işgal edilmesiyle beraber Lübnan’a Filistin’den göçler de yavaş yavaş arttı. Bu göçler Lübnan’ın etnik ve dini yapısını değiştirdi ve bir iç savaşa götüren sebeplerden biri oldu. Beyrut’taki Aziz Maruni Kilisesi önünde 13 Nisan 1975’te Filistinli mültecileri Tel ez-Zater Kampı’na taşıyan otobüse, Hristiyan Falanjist milisler tarafından düzenlenen silahlı saldırıda kadınlar ve çocukların da aralarında bulunduğu 27 Filistinlinin hayatını kaybetmesi, iç savaşın başlangıcı olarak kabul ediliyor. 

Soğuk Savaş’a denk gelen bu dönem Suriye ve İsrail’in etkileriyle uzadı. İsrail, 1978’de Lübnan’ın güneyinde saldırılara başladı ve 1982’de başkent Beyrut’a kadar geldi. 16 Eylül 1982’de Beyrut’un batısında yaklaşık 20 bin Filistinli mültecinin yaşadığı “Sabra ve Şatilla Kampı”nda, İsrail gözetimindeki Lübnanlı aşırı sağcı Hristiyan Falanjist milisler tarafından düzenlenen katliamda 3 binden fazla Filistinli mülteci öldürüldü. Bu Lübnan tarihinin en büyük katliamlarından biri oldu. Lübnan İç Savaş’ının başlamasıyla Emel Hareketi de Mahrumlar Hareketi’nden ortaya çıkarak Şii toplumunun bir milis gücü olarak sahneye çıktı. Lübnan tarihinde uzun bir süreden sonra ilk defa Şii örgütlenmeye sahiplik yaptı. Emel hareketi Suriye destekli bir örgüt olmakla beraber ileride İran’ın bölgedeki kolu olan Hizbullah’a dönüşecekti.

Bazıları ise Hizbullah’ın oluşumunu bundan bağımsız olarak değerlendiriyor. 1985 yılında Lübnan’daki kayıplara ve milletlerarası baskıya daha fazla dayanamayan İsrail bölgeden çekildi.1990 yılında Lübnan’da imzalanan Taif Antlaşması’yla iç savaş son buldu. Ancak Taif antlaşmasında Lübnan’daki bütün silahlı grupların silahlarını bırakması öngörülmesine rağmen Hizbullah silahları bırakmadı. Güney Lübnan ordusu ve İsrail’e karşı gerilla savaşını sürdürdü. Ayrıca Suriye Ordusu da bölgeden geri çekilmedi.14 Şubat 2005 tarihinde eski Lübnan başbakanı Refik Hariri suikast sonucu öldürüldü. Olayının sorumlusu olarak Suriye’nin görülmesi halkın tepkisine yol açtı ve bu tepkiden dolayı Suriye’ye geri çekilmek zorunda kaldı. Mayıs 2005’te yapılan seçimlerde Hizbullah oylarını büyük ölçüde arttırdı ve Temmuz 2005 yılında kurulan Ulusal Birlik hükümetinde yer aldı. Hizbullah 12 Temmuz 2006’da İsrail askerini kaçırıp 8’ini de öldürdü. İsrail ve Hizbullah  arasında bir aydan fazla süren bu çatışmalar Birleşmiş Milletler Güvenlik  Konseyi’nin aldığı kararla 14 Ağustos’ta durduruldu. Ancak yine de bölgenin sakin olduğunu söyleyemeyiz. 

Sonuç

Gelelim asıl soruya “ Neden?”. Bu terör örgütleri neden ve nasıl oluşuyor? Katliam, tecavüz ve çeşitli insanlık dışı faaliyetlerde bulunmak için neden bir araya geliyorlar? Bu sadece belli bir dine indirgenebilir mi? Gerçekten onlara bu katliamları yapmayı bir din mi emrediyor?  Charles Kruzman’ın hazırladığı istatistiklere göre terör örgütlerinde bulunan insanların sadece     %5’i İslami pratikliği gerçekleştirirken kalanlar daha seküler bir hayat yaşıyor. 

Din haricinde bir diğer argüman da eğitim eksikliği. Bu argüman üst sınıflar için yanlış bir argüman çünkü bu tarz terör örgütlerine baktığımızda yönetici kadroların gayet eğitimli insanlardan oluştuğunu görüyoruz. Alt sınıflar için ise kısmen doğru çünkü insanları kitleler halinde öldürten şey sadece cahillikle açıklanamaz.

Aslında bu tarz terör olaylarının yaşandığı bölgelere dikkatle baktığımızda şunu görebiliriz. Bu bölgeler çok ciddi ekonomik sorunlar yaşayan bölgeler aynı zamanda siyasi erkin eksik olduğu ve siyasi iktidarın istikrarsız olduğu daha kötüsü buradaki yönetim boşluğunun dışarıdan müdahaleler ile sağlanmaya çalışıldığı topraklar. Bu tarz terör örgütleri ekonomik olarak yoksul olan zavallı ve aç halkın gıda, su ve güvenlik problemlerini sağlayarak güçleniyor. Taliban’a katılan birçok üye aslında para kazanmak ve kırsaldaki ailesine bakmak isteyen insanlardan oluşuyor. Aynı şekilde özellikle Orta Afrika’da IŞİD’i destekleyenler Müslüman olmamalarına rağmen maddi olarak çok kötü durumda oldukları için bu örgütlere katılıyor.

“Orta Doğu’ya barış gelir mi ? “ sorusuna cevap vermek tabi ki mümkün değil. Özellikle burada sadece o bölgedeki ülkelerin değil başka ülkelerin de çok fazla etkin olduğu da göz önüne alınırsa sorunun cevabını vermek çok daha zorlaşıyor. Burası çok farklı bir yapıya sahip sadece küresel güçler değil yerel liderler ve bölgesel liderler de etkili bir güce sahip. 

Yorum Yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir