Yaklaşık kırk beş yılı aşkın bir süre önce G.E. Pearcy, Ortadoğu’nun gerçekte tanımlanamayan bir bölge olduğunu provokatif bir biçimde ileri sürmüştür. Gerçekten de bu bölge ile ilgili Batı dillerinde kesinlik ifade etmek oldukça güç, aynı zamanda birbirinden çok farklı tanımlamaların kullanıldığı göze çarpmaktadır. Özellikle son yıllarda gerek sosyal medya araçlarından, gerekse akademik kitaplarda kullanılan ‘Büyük Ortadoğu’ , ‘Genişletilmiş Ortadoğu’ , ‘İslami Ortadoğu’ gibi kavramlar da bölgenin tam olarak neresi olduğu sorusuna bir yanıt vermemektedir. Bu bölge ile alakalı Doğu (Orient) ve Ortadoğu terimlerinin antik Yunan’dan beri Batı’nın karşıtı olarak kullanılan bir fikri konsept olduğu göz önünde bulundurulursa, kesin coğrafi bir tanımlamanın mümkün olamayacağı anlaşılacaktır. Çünkü zamanla terim ile ilgili tarihi, kültürel, dini, coğrafi, siyasi ve iktisadi pek çok boyut iç içe geçmiş bulunmaktadır.
Geçmişe baktığımız zaman, Doğu ile ilgili tanımlamaların ilk kez antik eserlerde ve bunların da modern çağların zihinsel tasarımlarına doğrudan etki ettiğini görmekteyiz. Eski Yunan kaynaklarına ve tarihçesine baktığımız zaman coğrafi anlamda ‘Doğu’ başlangıçta Mısır’ı kapsamaktadır. Ardından Büyük Pers İmparatorluğu’nun kurulması ve Anadolu’ya hakim olmasıyla birlikte Antik Yunan ile bölgesel mücadeleler yaşanmıştır. Antik Yunan yazarlarından Eshilos’un ‘Persliler’ adlı oyununda Asya’yı barbar ve despot olarak nitelendirmesi ile Asya (Doğu), Avrupa’nın zıttı olarak nitelendirilmiştir.
Ortaçağ’da 11. yy’ın sonlarında ise Haçlı Seferleri’nin başlamasıyla, Antik çağlardan beri pek değişmemiş olan Avrupa’nın dünya tasavvuru genişlemeye başlamıştır. Haçlı Seferleri sayesinde kültürler arası bilgi ve mal transferi gelişmiş, bu sayede Avrupalılar ilk kez zengin Antik dünyanın mirasını kazanmaya başlamışlardır. Aristo’nun eserleri Arapçadan Latinceye çevrilerek, Batı’nın Asya (Doğu) hakkındaki düşüncesini yeniden şekillendirmeye başlamıştır. Ortaçağ Avrupasında Haçlı Seferleri ile, İslam dini Doğu’nun en önemli karakteristik özelliklerinden biri haline gelmiştir. Böylece, Hıristiyan Batı (Occident) ile İslami Doğu (Orient) arasında, farklı iki inanç sistemi bağlamında bir ilişkinin temelleri de atılmıştır.
Doğu (Orient) tabiri, Avrupa’da genel olarak 19.yy’ın sonlarına kadar Arapça konuşulan ülkeleri (Türkiye, İran, Hindistan ve Çin’in bir bölümü) kapsayacak şekilde kullanılmıştır. Napolyon’un Mısır seferinden (1798 – 1801) sonrası, Avrupa güçleri tarafından Doğu’nun ele geçirilmesi ve paylaşılması amacıyla bir yarış başlamış ve Doğu, Avrupalılar tarafından bir bütün olarak görülmeye başlamıştır. 19.yy’ın sonuna kadar Avrupalılar tarafından bir bütün olarak görülen Doğu, yüzyılın sonlarına doğru Çin, Japonya, Endonezya ve Malezya’yı kapsayacak şekilde ‘Uzak Doğu’ kavramının kullanılmaya başlanmasıyla beraber, bütün olarak ele alınmaktan çıkmıştır. Avrupa için artık ‘Doğu’ kavramı, Osmanlı Devleti’nin sınırlarından başlamaktadır.
Ortadoğu ile ilgili bütün siyasi tanımlamaların temeli ise 20.yy’ın ilk dönemlerinde İngilizler, Fransızlar, Ruslar ve Almanların bu bölgede egemenlik ve nüfuz alanlarını kurmaya başlamalarına dayanmaktadır. Bu bağlamda 1890 yılında terminolojide bir değişikliğe gidilmiş ve ilk kez ‘Yakın Doğu’ kavramı ortaya çıkmıştır. Bu kavram ilk çıktığı zaman yalnızca Balkan bölgesini içine alan Güneydoğu Avrupa’yı tanımlamak için kullanılmıştır. Bu bölgede yaşayanların Hristiyan Avrupalı olması nedeniyle ‘Yakın’, fakat aynı zamanda hala Doğu idi çünkü bu bölge, Doğu devleti olan Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altındaydı.
Dile getirildiği gibi, 19.yy’ın sonuna kadar bütün doğuyu tanımlamak için terminolojide ‘Yakın Doğu’ ve ‘Uzak Doğu’ kavramları bunulmaktadır. Ancak 20.yy’ın başlarında (1902) Amerikalı donanma tarihçisi A.T.Mahan, İngiliz ‘National Review’ adlı dergide ‘The Persian Golf and International Relations’ adlı bir makale yayımlamış ve Aden Körfezi ve Hindistan için ilk kez ‘Ortadoğu’ kavramını kullanmıştır. Mahan’ın bu konseptine göre Ortadoğu, Süveyş ve Singapur arasında kalan bölge olmuştur. Mahan’ın bu makalesinden iki ay sonra ise İngiliz ‘Times’ gazetesi muhabiri Valentin Chirol’ün ‘Middle East Question (Ortadoğu Sorunu)’ adını taşıyan bir yazı yayımlamıştır. Böylelikle Mahan ve Chirol’ün yazılarından sonra uluslararası literatüre ‘Ortadoğu’ terimi yerleşmiştir.
2.Dünya Savaşı sırasında ise ‘Ortadoğu’ tabiri özellikle İngilizlerin etki alanı olan Malta’dan İran ve Suriye’ye, oradan da Etiyopya’ya kadar olan alanı kapsayan ‘Ortadoğu Komutanlığı (Middle East Command)’ ile popüler hale gelmiştir. Bu terim, savaş bittikten sonra ise uluslararası literatüre yerleşmiş, ‘Yakın Doğu’ terimi ise ‘Ortadoğu’ teriminin daha çok kullanılmasıyla beraber önemini kaybetmiştir. İngilizce konuşulan ülkelerde ‘Ortadoğu’ terimi, siyasi dilde artık bu bölge için kullanılan tek tabir haline gelmiştir. İngilizce anlamıyla bu terim, bölge ülkelerinin kendileri tarafından onaylanmasıyla birlikte gündelik dile kesin olarak yerleşmiştir.
Ortadoğu terimi yaygınlık kazanmasına karşın, Ortadoğu’nun tam olarak hangi coğrafi alanları ve hangi ülkeleri kapsadığı konusunda ortak bir kabul henüz gerçekleşmemiştir. Farklı çıkarlar, kriterler ve bilimsel disiplinler nedeniyle Ortadoğu’nun sınırları çok farklı biçimlerde tespit edilmiştir. Ortadoğu’nun sınırlarını belirlemeye çalışan yazarlara bakıldığı zaman ise, yine farklı yaklaşımlar ile karşılaşılmaktadır. Örneğin Tunçdilek’e göre Ortadoğu, Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hazar Denizi arasında kalan bölgedir. İsviçreli coğrafyacı Boesch ise bölgenin sınırlarını Levant kıyıları, Dicle ve Fırat nehirlerinin ovaları, Kuzey Arap çöl bölgeleri ve Basra Körfezi arasında kalan alan olarak göstermektedir.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ise uluslararası ilişkilerde köklü değişiklikler olmuş ve bu değişim Ortadoğu’yu da etkilemiştir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, Orta Asya ve Kafkasya’da nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ve İslami kültür geleneğine sahip Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan bağımsızlığını kazanmıştır. Halen çok yönlü transformasyon sürecinde bulunan bu ülkeler bazı yazarlara göre, İslami kimliklerinden dolayı kültürel ve siyasi anlamda yeni büyük bir bölgenin oluşumuna yol açmışlardır. Örneğin Lewis’e göre kültürel, etnik, linguistik ve dini olarak geçmişte tarihi Ortadoğu’nun bir parçası olan bu ülkeler, bağımsızlıklarını kazanmalarıyla tekrar bu tarihi dimensiyonun oluşmasını sağlamışlardır. Ona göre “Bu Yeni Ortadoğu’nun oluşumu gerçekte Eski Ortadoğu için en önemli gelişmelerden birisidir. Aynı zamanda uluslararası ilişkilerde Ortadoğu ve çatışma uzmanları bölge ile ilgili olarak, kültürel ve dini özelliğin belirleyici en önemli unsur olduğunu söylemişlerdir. Bu bakış açısına sahip olan yazarlar bölgeye ‘İslami Ortadoğu’ demişlerdir çünkü Batı Sahra’dan Tacikistan’a kadar olan coğrafyadaki ülkelerde farklı formlarda da olsa, hakim olan İslam kültürüdür.
Büttner/Scholz ise, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte oluşan yeni siyasi gelişmelerin, Ortadoğu’nun sınırlarını Orta Asya’yı da içine alacak şekilde genişlediğini belirterek Moritanya’dan Orta Asya’ya kadar olan bölgeye ‘İslami Ortadoğu’ demiştir. Aynı zamanda Büttner/Scholz, bölge için tarihi, siyasi veya medya gereksinimlerinden doğan tanımlamaların; aslında günümüzde hem içe hem de dışa yönelik bir ayrımlaşmayı zorlaştırdığını da ifade ederek, Ortadoğu’nun bir ‘alt sistem’ olarak tanımlanması gerekliliğini savunmaktadır.
11 Eylül 2001 saldırılarına kadar devam eden Ortadoğu’yu tanımlama sürecinde, bu terör saldırısından sonra Ortadoğu ile ilgili terim ve kapsam tartışmaları daha da fazla gündem olmaya başlamıştır. 11 Eylül saldırılarının ardından uluslararası ilişkiler literatürüne, ‘Ortadoğu’nun jeopolitik olarak yeniden düzenlenmesi bağlamında ‘Büyük Ortadoğu’, ‘Genişletilmiş Ortadoğu’ ve ‘İslami Büyük Ortadoğu’ gibi terimler girmiştir. Tanımlama ve kapsam konusunda 19.yy ve 20.yy’da olduğu gibi 21.yy’da da Ortadoğu ile ilgili terminoloji büyük ölçüde Avrupalı devletler tarafından belirlenmektedir.
Amerikalı siyaset bilimci Harkavy, jeopolitik gelişmeler ışığı çerçevesinde ilk kez ‘Büyük Ortadoğu’ konsepti ile ilgili bir makale yayınlamıştır. Daha sonraları ise, Clinton yönetiminde görev alan stratejistlerden Ronald D. Asmus ve Kenneth M. Pollack, Büyük Ortadoğu’nun demokratik transformasyonu fikrini geliştirmiştir. Nitekim 2002 sonbaharında görüşlerini yeni bir transatlantik projesi olarak yayımlamışlardır. Kısaca özetlenecek olursa, Asmus ve Pollack’a göre; Amerika uzun bir periyot içinde Büyük Ortadoğu’nun siyasi dönüşümü için inisiyatif almalı ve girişimde bulunmalıdır. Kısa bir süre sonra iktidara gelen George W. Bush yönetiminde etkili olan Neoconlar ise, Ortadoğu’da demokratikleşme konusunda radikal bir yeni başlangıç yapılmasını savunmuştur. Bu bağlamda, Amerika Birleşik Devleti Başkanı Bush 2003 yılının sonlarına doğru her fırsatta ‘Büyük Ortadoğu İnisiyatifi (GMEI)’ adlı projesini dile getirmeye başlamıştır. Söz konusu proje ile, bütün İslam dünyasında demokrasinin yerleştirilmesi amaçlanmaktaydı.
Projenin örnek konsepti, önce Amerika’nın Georgia Eyaleti Sea Island şehrinde toplanan G–8 Zirvesi’nde somut hale getirilirken; daha sonra içeriği de ilk kez Londra’da İngilizce yayın yapan El-Hayat gazetesinde yayınlanmıştır. Projede Büyük Ortadoğu olarak tarif edilen coğrafya, Arap Ligi ülkeleri, İsrail, İran, Türkiye, Afganistan ve Pakistan’ı kapsamaktaydı. Orta Asya ülkeleri ise, konsept içinde yer almamaktaydı çünkü bu ülkeler zaten 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika ile terörle mücadele politikası kapsamında ortak hareket ederek, kendi topraklarında da askeri üst konuşlandırmaya başlamışlardı. Büyük Ortadoğu Projesi yayınlandıktan sonra gerek Avrupa Birliği’nde, gerekse Arap dünyasında sert bir şekilde eleştirilmiştir. Özellikle AB, Büyük Ortadoğu Projesi’ne alternatif olarak 22 Mart 2004’te ilk konseptini “Avrupa Birliği’nin Akdeniz ve Ortadoğu ile Stratejik Ortaklığı” adı altında duyurmuştur. Bu bağlamda, yoğun tartışma ve görüşmelerden sonra Sea Island’daki G–8 Zirvesi’nde (9 Haziran 2004) ‘Büyük Ortadoğu İnisiyatifi (GMEI)’ konsepti, yeni şekli ‘Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi (BMEI)’ olarak kabul edilmiştir. Genişletilmiş Ortadoğu konseptinin Büyük Ortadoğu’dan farkı, Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika ülkelerini de içine alacak şekilde belirlenmiş olmasıdır.
Genişletilmiş Ortadoğu terimi, 2004 yılı 28/29 Haziran’ında İstanbul’da yapılan NATO Zirvesi’nde de kabul edilmiş, ancak gerek bilimsel literatürde gerekse kamuoyunda Büyük Ortadoğu terimi benimsenmiştir. Ancak Büyük Ortadoğu’nun hangi ülkeleri kapsadığı konusu, yine daha önceki tanımlamalarda gördüğümüz gibi açık değildir. Gerçi yeni terimden bölgenin sınırlarının daha da genişletilmiş bir içeriğe sahip olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Fakat hangi ülkelerin bu terimin içine girdiği konusu, yine kullananlara göre farklılık kazanmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse; 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika, Büyük Ortadoğu Projesi ile bölgeyi siyasi olarak yeniden tanımlamış ve sınırlarını genişletmiştir.
Doğu (Orient) teriminin içeriği tarihi süreç içinde incelendiğinde, Batı’nın doğusundaki bütün kültürler için kullanılan genel bir tanımlama olduğu görülmektedir. Doğu coğrafi olmaktan ziyade, tamamen Batı’ya ait soyut bir düşüncedir. Bu algı biçimi ise, yüzyıllar boyunca Avrupa’nın siyasi, dini ve düşünce yapısına tesir etmiştir. Siyasi terminolojide ise, Doğu ile ilgili farklı terimlerin kökeni 19. yy’ın sonunda ya da 20 yy’ın başında Avrupa emperyalizmine dayanmaktadır. Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sürecinde topraklarının paylaşımı ile ilgili rekabetin, uluslararası ilişkiler alanında Doğu Sorunu (Eastern Question) olarak adlandırıldığını görmekteyiz. Ortadoğu (Middle East) teriminin siyasi literatürde yaygınlaşması II. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştur. Ancak bölgenin hangi ülkeleri ve coğrafi alanları kapsadığı konusunda bir görüş birliği yoktur. Ortadoğu’yu tanımlama konusunda Tibi’nin bölgesel alt sistem konsepti daha açıklayıcı görülmektedir. Konsepte göre; bölge bir taraftan kendine ait sistemsel özelliklere sahipken, diğer taraftan global dünya politikasına entegre olmuştur. Ülkelerin bölgesel alt sisteme aidiyetleri ise; tarihi özelliklere göre değil, siyasi kriterlere göre belirlenmektedir. Bunlar ise; yapısal bağlar ve interaksiyon yoğunluğudur. Kuşkusuz Tibi’nin 1989’daki konseptinden sonra uluslararası sistem büyük bir değişim geçirmiştir. Dünyadaki iki kutuplu yapının ortadan kalkmasıyla, bölgeselleşme sürecinin ve bölgesel siyasi yapıların uluslararası sistemde ağırlık kazandığını görmekteyiz. Global çatışmalar artık yerini bölgesel çatışmalara bırakmıştır. Bu bağlamda, Tibi’nin Ortadoğu ile ilgili geliştirmiş olduğu konsept, açıklayıcı özelliğini korumaktadır. Soğuk Savaş’ın bitiminden günümüze kadar olan sürece baktığımızda, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesel alt sistemine entegre olduğu ve merkezi bir ülke konumuna geldiği söylenebilir.
Ortadoğu (Middle East) terimi öncelikle coğrafi bir tanımlama olmayıp, modern siyasi bir terimdir. Yine dünya politikasında ve bölgenin içindeki değişikliklere göre dinamik, akışkan bir özelliğe sahiptir (Greater Middle East, Broader Middle East vb). Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölge coğrafyasının hem günümüzdeki siyasi gelişmelerini daha iyi anlayabilmek, hem de büyük güçlerin yakın geleceğe yönelik bölgesel siyasi perspektiflerini öngörebilmek açısından, tanımlama ile ilgili tartışmalar önem kazanmaktadır. Bu bağlamda Ortadoğu teriminin coğrafi bir sınırlamayı değil, siyasi ve kültürel bir kimliği içerdiği unutulmamalıdır. Dünya politikasındaki değişim ve bölgesel gelişmelere paralel olarak, Ortadoğu ile ilgili yeni tanımlamaların yapılması her zaman muhtemeldir.