Ülkelerin de tıpkı insanlar gibi kaderleri vardır. Tıpkı insanlar gibi doğarlar, yaşarlar ve ölürler.
Ben bugün Afrika’nın tarihini ya da deyim yerindeyse insanlığın, karşısında üç maymunu
oynadığı, sessizliğe mahkûm ettiği ve ‘’kaderine’’ terk ettiği Afrika’yı inceleyeceğim.
Kaçınılmaz bir gerçek var ki insanlığın temelleri tam olarak bu topraklarda atıldı. Afrika’daki
Rift Vadisinde ilk insansı atalarımızı, bulunan fosiller ve yapılan araştırmalarla görmek
mümkün. Dahasında ilk üreme yetisine sahip ‘’homo erectuslar’’ ve düşünen insan anlamına
gelen ‘’homo sapiens’’ türünün de Etiyopya’da fosillerine rastlıyoruz. Buradan şu sonuca
varabiliriz; medeniyete ve ilk insan türüne ev sahipliği yapan bu topraklar sonrasında da
birçok medeniyete kucak açmış ve bu özelliğiyle Afrika kıtası stratejik bir önem kazanmıştır.
Kıta yüzölçümü olarak dünyanın en büyük ikinci kıtası olması hasebiyle jeopolitik bir öneme
de sahip. 30,8 milyon km2’lik alanı ile dünyadaki karaların yaklaşık olarak çeyreğini
oluşturuyor. Bu sayıları daha iyi tahayyül etmek adına şöyle bir örnek verebiliriz; Kıtayı
otuzdan daha fazla kere Türkiye’nin karaları ile doldurulabiliriz. Nüfusunun yüzde ellisinden
fazlasını 19 yaş ve altı yaş grubunun oluşturması, genç ve dinamik kuşağının önemi ve iş
gücü imkânı olarak incelendiğinde de Afrika kıtasının dikkat çekici özellikleri arasında yerini
alıyor. Emperyalist devletler bu özelliği ile Afrika Kıtasını sömürge sahasında kıyasıya
rekabet halinde kullanmışlardır.
Fakat 19. Yüzyıla gelindiğinde ülkenin makus kaderini oluşturan ve stratejik noktalardan
kıtayı olumsuz etkileyen kolonileşme hareketleriyle ne yazık ki Afrika kıtası sömürülmeye ve
Emperyalizm ideolojisinin egemen olduğu bir coğrafya haline gelmiştir. Sömürge
arayışlarının ayyuka çıktığı 20.yy. ve II. Dünya savaşının sonlarına doğru bağımsızlık
mücadelesi göstermeye yeltenen koloniler bu seferde emperyalist güçlerin rejim ve
baskılarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Bağımsızlıklarını kazanan ülkeleri şöyle sıralayabiliriz;
1951’de Libya, İtalya’dan bağımsızlığını kazandı. 1956’da da Tunus ve Fas, Fransa’dan
bağımsızlığı kazandılar. Mart 1957’de bu süreci Gana izleyerek Sahra Altı Afrika’da
bağımsızlığını kazanan ilk devlet oldu.] Sonraki on yılda ise diğer devletler sırasıyla
bağımsızlıklarını kazandılar. Kolonileşme dönemi sonrasında 54 ülke bağımsızlığını
kazanmış gibi gözükse de içişlerinde istikrarsızlık ve yolsuzluklar ile mücadele eden talihsiz
kıta ne yazık ki ekonomik özgürlüklerinin epey uzağındaydı. Tüm bunlar yaşanırken başka bir
çerçeveden ise Pan-Afrikanizm hareketleri meydana geliyordu. Yönetimler, Afrika kıtasındaki
halk ile bütünleşme ve ülkeler arasında bir bağ kurma eğilimindeydiler.’’ Beyaz adam’’
karşısına bir ‘’ siyah adam ‘’ yaratılmış ve olağan güce meydan okunmuştur. Bir bilinçlenme
hareketi olarak ortaya çıkmış ve Afrika’yı makus kaderinden kurtarmak için somut hedefleri
hayata geçirmeyi planlamıştır. Bu ideale katılmayan ve bunu bir realite olarak görmeyen fikir
adamları da mevcuttu elbette. Örneğin Ali Mazrui Pan-Afrikanizmi sömürü ve ırkçılığın ortaya
çıkarttığı bir tür renk bilinçlenmesi olarak değerlendirmekteydi.

19. yy.’ın ikinci yarısından itibaren tüm siyahi insanları tek bayrak altına toplamaya evrilen ve
pan-neogranizme dönüşen Pan-Afrikanizm toplum nezdinde itibar gören kültür-sanat, yazın
alanındaki siyahi kitlenin de hacim kazanışıyla en parlak dönemini yaşıyordu diyebiliriz.
Örnek verecek olursak; Frederick Douglass, John Brown Russwurm, Martin R. Delany,
Alexander Crummell ve Edward Wilmot Blyden olmak üzere Marcus Garvey, Booker T.
Washington, Henry Sylvester Williams, James Africanus Horton, W.E.B. Du Bois, George
Padmore gibi fikir insanları büyük etkiye sahiplerdi. Bu bahiste ‘’Afrika birleşmeli!’’
sloganlarıyla hafızalara yer etmiş ve Pan-Afrikanizm için büyük mücadeleler vermiş ünlü
siyasetçi Kwame Nkrumah’yi de unutmamak lazım.
Sonuç olarak yer altı yer üstü zenginlikleri ile dinamik nüfusu ile dünyanın göz
bebeği olması gerekirsen köşeye ittirilip elinden tüm kaynakları alınan ve dahası
ülkesi sefalet içinde yaşayan Afrika’nın hakkettiği değer bu olmamalı.
Pan-Afrikanizm, şu an için ütopik gibi gözükse de ülkeleri organik bir biçimde
aralarında bağ oluşturabilme potansiyeline ve dünya çapında bir etki alanına sahip.
Afrikalı insanların bu uğurda kendilerini yalnız hissetmeden millet olma şuuruyla
hareket etmesinde büyük bir sıçrayış olabilir. 19 ve 20.yy.’ları başarısızlık, kan ve
gözyaşıyla geçiren Afrika için 21. yy. bir dönüm noktası olabilir. Sözlerimi Ganalı
siyasetçi Kwame Nkruah’ın güzel bir cümlesiyle noktalıyorum; ‘’ Biz
bağımsızlığımızı bütün Afrika’nın bağımsızlığına adadık, zira bütün Afrika
bağımsızlığına kavuşmadıkça bizim bağımsızlığımızın hiçbir değeri olmayacaktır. ‘’