Bu yazının amacı, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbelerini, dönemin politik olaylarını ve
demokratikleşme çabalarını göz önünde bulundurarak tarihsel bağlamda ele almaktır.
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, ardılı olduğu Osmanlı Devleti’nin devamı olarak tarih
sahnesine çıkmış, dolayısıyla da dönem toplumunun birtakım yükümlülüklerini de üstlenmişti.
Osmanlı Devleti’nin başta Balkan Savaşlarında, sonrasında 1. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğraması
şüphesiz devletin sonunu getirmiş, Sevr Anlaşması’nı kabul etmeyen Büyük Millet Meclisi
önderliğinde işgal kuvvetlerine karşı direnişin sonunda zaferle çıkan Mustafa Kemal ve fikir
arkadaşları, yeni kurulan yönetimin cumhuriyet olması konusunda mutabık kalmış ve ‘tam
bağımsızlık’ ve ‘halk egemenliği’ kavramlarına büyük önem atfetmişlerdi.
Dönemin tek partisinin (Cumhuriyet Halk Partisi) genel başkanı ve cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
Atatürk, tam bağımsızlık ve halk egemenliği fikirlerinin gerçekleşmesi için demokrasinin tam
anlamıyla uygulanması fikrini savunmuş ve bu doğrultuda seçimlerde halkın önüne çıkacak olan
temsilcileri artırmak amacıyla yeni partiler kurmak istemiştir ancak bu amaca ulaşmak pek de kolay
olmamıştır. 1938 yıllarında çok partili siyasi hayata geçiş denemeleri vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne muhalif olarak Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin
kuruluşu ile birlikte çok partili siyasi hayata geçiş ilk kez denenmiştir. İkinci deneme ise 1930 yılında
Serbest Cumhuriyet Partisi’nin kurulmasıyla birlikte olmuş, ardından Ahali Cumhuriyet Partisi, Türk
Cumhuriyet Amele ve İşçi Partisi, Laik Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Parti adlarıyla çok partili hayata
geçiş denenmiştir. Bu denemelerin başarısız olmasının nedenleri arasında toplumun
demokratikleşmeye pek hazır olmaması, dünya siyasetinin mevcut durumu, birtakım iç isyanlar ağır
basmaktadır. Cumhuriyetin ilanıyla başlayan süreçte çok partili hayata geçiş denemelerinin ardından
CHP tarafından tek parti yönetimi uygulanmaya çalışılmıştır. 1946 yılında Demokrat Partinin
kuruluşuyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti çok partili siyasi hayata geçiş denemesinde başarıyı
yakalamıştır ve akabinde 1950 senesinde DP’nin iktidara gelmesiyle 27 sene süren CHP iktidarı el
değiştirmiş, Türkiye Cumhuriyeti adına yeni bir sayfa açılmıştır.
DEMOKRAT PARTİ VE ORDU İLİŞKİLERİ (1946-1960)
Bu konu incelenirken, dönem içerisinde askerlerin toplum içerisindeki statüleri, sosyal ve ekonomik
durumları da irdelenmiştir. Subayların ekomik durumları dönemin resmi ekonomik verileri ve dönemi
yaşayan subayların anılarında anlattıkları ışığında ortaya konulmuştur. Bunun yanında DP döneminde
ordunun ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla yapılan bina, kışla ve tesisler, ordunun eğitim sisteminin
geliştirilmesi amacıyla yapılan düzenlemeler ve çıkarılan kanunlar ile bunların orduya sağladığı
imkânlar arşiv belgeleri ve askeri birliklerin tarihçeleri üzerinden incelenmiştir. Ayrıca DP’nin Birinci
Kongresi’nde kabul edilen Ana Davalar Komisyonu Raporunda, CHP döneminde çıkarılan
antidemokratik kanunlardan derhal kurtulunulacağı ve yerine çağdaş demokratik değerlere uygun
kanunların yapılacağı belirtilmesine rağmen, gitgide daha fazla antidemokratik ve baskıcı kanunlar
çıkarılmıştır. Çıkarılan bu kanunlarla, başta muhalefet, basın ve üniversiteler olmak üzere toplumun
muhalif her kesimi susturulmaya çalışılmış, öyle ki DP’li yöneticiler zaman zaman bu baskıcı
politikayı kendi parti gruplarına ve kendi yayın organlarına kadar genişletmişlerdir. Bu çalışmada bu
kanunlar ve içerikleri ile uygulama sonucu meydana getirdikleri sonuçlar irdelenmiştir. Diğer yandan
DP iktidarı döneminde Atatürk İlke ve İnkılaplarına bakışı, özellikle laiklik konusundaki
uygulamaları, tabanından gelen isteklere uygun olarak dini gruplar ve cemaatler ile olan ilişkileri ve
bu gruplara ait basın organlarına maddi ve manevi destek vererek buradan siyasi çıkar sağlama
gayretleri de incelenmiştir. DP’nin üst yöneticilerinin Başbakan Adnan Menderes’in bilgisi dahilinde
subayların gözünde dinci ve gerici olarak değerlendirilen gazete ve dergilere yaptığı maddi yardımlar,
yine bazı cemaatlere ve liderlerine manevi destek çabaları, Cumhuriyet Arşivi’nden elde ettiğimiz
belgeler ışığında ortaya konulmuştur. Bu çalışmada başlangıçta ordu mensuplarının büyük beklentiler
ile karşıladıkları Demokrat Parti iktidarının, ordu ile arasında yaşanan ilişkiler ve bir askeri müdahale
ile noktalanan bu süreçteki uyuşmazlık noktaları ortaya konulmuştur. Bu yapılırken, dönemin Kara
Kuvvetleri Komutanı ve hazırlanan ihtilalin lideri konumunda bulunan Orgeneral Cemal Gürsel’in,
ordu adına Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e yazdığı ve dolayısıyla hükümete yaptığı bir
uyarı olarak kabul edilebilecek 3 Mayıs 1960 tarihli mektubunun orijinal kopyası, Cumhuriyet
Arşivi’nde bulunmuştur. İktidara gelmeden önce CHP’yi antidemokratik faaliyetlerinden dolayı
suçlayan ve ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumun halkta oluşturduğu rahatsızlığı lehine
çeviren Demokrat Parti’nin eleştirdiği noktaları iktidara geldiğinde uygulaması, hiç şüphesiz 1960
Askeri Darbesi’ni, devamında DP’nin önde gelen isimleri Başbakan Adnan Menderes, Maliye bakanı
Hasan Polatkan ve Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun idamıyla ve diğer DP üyelerinin
yönetimden el çektirilmesiyle sonuçlanmış, akabinde TBMM ve Cumhuriyet Senatosu’nun (bir diğer
adı Okumuşlar Meclisi) girişimleriyle 1961 anayasasının halk oylamasına sunulması ve yürürlüğe
girmesi ile sonuçlanmıştır.
Darbe sonrası getirilen 1961 Anayasası’nın çoğu anayasa hukukçusuna göre ülkemizin en
demokratik anayasası olduğu söylenir, ancak demokratikleşme sadece anayasal birtakım
düzenlemelere gelmediği gibi, askeri vesayetle de sürdürülebilir bir olgu olmadığı aşikârdır. Nitekim
bu cümlemiz öncelikle 12 Mart 1970 Muhtırası, akabinde 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle devam
etmiştir.
12 Eylül 1980 Darbesi:
12 Eylül 1980 gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından saat 03.00’te TRT, PTT ve diğer iletişim
dairelerine el konularak başlayan askerî müdahale; İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü,
Başbakan Süleyman Demirel’in konutu ve diğer hedeflerin de sorunsuz olarak ele geçirilmesiyle saat
04.00’te radyolardan tüm ülkeye duyuruldu. İlk bildiride, “Girişilen harekâtın amacı; ülke
bütünlüğünü korumak, millî birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş
kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin
işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.” ifadeleri yer aldı.
[5]
Müdahale sonucu TBMM ve Süleyman Demirel’in başbakan olduğu hükûmetin faaliyetine son
verildi, parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırıldı, ülkenin her yerinde sıkıyönetim ilan edildi,
yurt dışına çıkışlar yasaklandı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren devlet başkanı oldu.
Yasama yetkisini kullanmak üzere Kenan Evren başkanlığında kuvvet komutanlarından oluşan Milli
Güvenlik Konseyi kuruldu. Siyasi partiler lağvedildi, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim
altında tutuldu, sonra serbest bırakıldı, bir süre sonra ise bazıları yargılandı. 12 Mart 1971 Muhtırası
sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden
tasarlandığı bir askerî dönem başladı. Anayasa hazırlandı, 7 Kasım 1982 günü halkoyuna sunuldu,
%91,37 oy oranı ile 1982 Anayasası ve Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı kabul edildi. Ordunun
açıklamasına göre yapılan darbeye gerekçe gösterilen sebepler ise ekonomik sebepler, güvenlik
sorunları, dış ve iç siyasetteki istikrarsız ve belirsiz durum, üniversitelerde yaşanan kavgalar ve artan
terör olaylarıydı.
SONUÇ VE BAĞLAM
1960 darbesinde görüldüğü üzere, 1980 darbesinde de ‘demokratik düzenin işlemesine mani olan
sebepleri ortadan kaldırma’ beyanı görmemiz
Yazımda belirttiğim gibi askeri darbelerin altında yatan birçok sebep vardır, (öğrenci olayları,
ekonomik ve siyasal konjonktür, dış güçlerin ülke siyasetindeki etkisi vesaire…) ancak darbelerin
temeline indiğimizde ‘demokrasi’ ve ‘demokratikleşme’ kavramlarının yanlış anlaşılmasının gerek
ülkemiz siyasetinde, gerek halkımızda oluşturduğu büyük zararı elimden geldiğince anlatmaya
çalıştım. Demokrasi kavramının adeta içinin boşaltılmaya çalışıldığı, cuntacı yönetimlerin bu kavramı
adeta eylemlerinin meşruluğunu sağlamak için kullandığına 1960 darbesinde görüldüğü üzere, 1980
darbesinde de ‘demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırma’ beyanını
görmemde ve 12 Eylül 1980 sonrasındaki süreçteki dönem gazetelerine baktığımda Hürriyet
Gazetesi’nin Kenan Evren’in ‘‘Demokrasiyi kaldırmadık, kurmak için harekatı yaptık.’’ cümlesiyle
emin oldum. Aslında askeri darbeler bu ülkenin kaderi değildir, demokratikleşme sürecinin yanlış
anlaşılmasının bir sonucudur ve bunun çözümü çok basittir. Demokrasi kavramını insanlara açık ve
anlaşılabilir şekilde anlatmaya çalışmak. Unutmayalım ki halkın desteği olmadan hiçbir yönetim
ayakta kalmaz, kalmamıştır.