Bu konuyu anlamamıza yardımcı olacak bir sürü etken olsa da bu konuyu bize yardımcı olacak 3 ana başlık altında değerlendirebiliriz; politik, ekonomik ve kültürel. Bunlardan tek tek bahsetmeden önce Türk iç politikasının uyguladığı çifte standardın, Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye’ye güvenmesi konusunda çok etkili olduğunu düşünüyorum çünkü sürekli değişen ve ses getiren Türk iç politikası, AB’yi Türkiye’ye güvenme bakımından korkutuyor ve bilmukabele süreci uzatıyor.
Ekonomik Perspektif
Kopenhag Kriterleri’nin de belirttiği gibi, Avrupa Birliği ülkelerinin liberal ve işleyen bir piyasa ekonomisine sahip olması gerekmektedir ve bu market kendi başına regülasyona gerek kalmadan rekabeti çözebilme yetisine sahip olmalıdır. Serbest Piyasa Ekonomisini baz alan bu sistem, 1963 yılından itibaren Türkiye’ye kendini entegre etmiş olsa da 2015 sonrası AKP iktidarıyla liberal sistem yerini daha otoriter bir sisteme bırakmaya başlamıştır.
Kültürel / Kimliksel Perspektif
AB ülkelerinin kültürel ve coğrafik yapısı nedeniyle ben demeden önce biz (AB) diyen bir yapıyı benimsemeleri kolay oluyor ancak Türkiye için bu durum böyle değil. Yıllardır süre gelen doğu-batı tartışması veyahut bu içerikte toplumculuk-bireysellik tartışması, Türkiye’nin kültürel demografyasını bozup iki ayrı insan tipi yaratmayı başardı. AB bunu bir sorun olarak görüyor çünkü bizim kendi içimizde yaşadığımız bir anlaşmazlık demokrasiyi en üstün değer gören AB için bir kırılma noktası olabilir… Bizim toplum olarak çıkarlarımız (iyi-kötü) AB ile eşleşmediği gibi gerçekçi bir bakış açısıyla bakıldığında, jeopolitik gereği Türkiye’nin çıkarları çoğu zaman eşleşmemeye de devam edecek.
Avrupalılık kavramı hala belirsiz olsa da Nietzsche’ye göre ‘’Avrupalılık; Doğu, Helen ve dünya kültürlerinin karşılıklı etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan bu kurumsallaşmış ve sürekli değişimin eseri.’’(Avrupalılık Nedir ve Türkler Ne Kadar Avrupalıdır? – Onur Bilge Kula) Yani bu belirsizlik kültürü her Avrupa ülkesinin kendi kültür ve etkilerini inşa edip bunu Avrupalılık olarak benimseyebilmesine imkan sunuyor. Ancak bu durum, ‘’Avrupalı’’ olmanın daha belirsiz olmasına yol açarak bir ikilem yaratıyor: Bir şeyin sürekli değişmesi onun değişime açık olduğunu gösterir mi? Sürekli değişimin bir temel olduğu bu kültürün kökeni konusunda belirli ortak noktalar var tabi ki ve bu ortak kültürün Helen kültürü olduğu konusunda hemfikirler.
Bireyselcilik ve despot bir lider istememe ve en önemlisi yüzyıllar süren ve aydınlanma sonrası başlayan devlet ve din işlerini ayırma algısı, aslında Avrupalılık kimliğinin bir parçası. Yukarıda da bahsettiğim Avrupalılık kavramı, Türkiye’nin durağan ama iki başlı kültür demografyasında yer bulamıyor ve bu yer bulamama durumu bizim Avrupa Birliği’ne giriş sürecimizin bir anlamda önünü kesiyor.
Politik Perspektif
Öncelikle bu konuyu tartışırken konuşmamız gereken konulardan biri Türkiye’nin AB’ye tam üye olması durumunda nüfusu en fazla olan ülke olacak olması. Nüfusu en fazla olduğu için verilecek sandalye sayısının da aynı oranda artacak olması yani eğer Türkiye AB’ye katılırsa sesi en fazla çıkacak olan ülke olacak.
Türkiye hem dış hem de iç politikada uyguladığı değişken politikası nedeniyle çoğu AB ülkesinin tam güvenini kazanabilmiş değil. Avrupa ülkelerinin diline dolanan agresif ve saldırgan Türkiye algısı, zaten inişli çıkışlı bir süreci olan AB üyelik sürecimizi de yavaşlatıyor.