Günümüz Avrupa ideolojilerinin kökenini araştırmaya 18. Yüzyılın son çeyreğinden başlayabiliriz. Zira öncesi için krallıkların hakim olduğu Avrupa’da görülen yegane politik ideoloji ve yönetim biçimi otoriter monarşidir. Sonrasında Müşfik Diktatörlük olarak adlandırılan Cumhuriyetçi temeller üzerine kurulu yeni bir ideoloji ortaya çıkmaktadır. Napolyon Bonapart bu ideolojinin en büyük temsilcilerinden biridir. 19. Yüzyılın başlarında sayıları ve devamlılıkları az da olsa demokrasi düşüncesini benimseyen ülkeler olmuştur. Fakat çok geçmeden Avrupa’nın neredeyse tamamı 19. Yüzyılın birinci çeyreğinin sonlarına doğru otoriter monarşiye geri dönmüştür.
Fransa 1821 Napolyon’un ölümünden sonra demokrasiye hızlı bir geçiş sağlamış ve istikrarını günümüze kadar devam ettirmiştir. Ne var ki diğer Avrupa devletleri için bunu söylemek güç. 20. Yüzyılın başlarında demokrasi düşüncesi İtalya, Portekiz, Norveç, İzlanda, İsveç, Yunanistan ve Hollanda’da kabul görmeye başlamıştır. Bu sırada 1917 Bolşevik İsyanı’ndan sonra Rusya’daki otoriter monarşinin yerini önce demokrasi, yaklaşık dört yılın ardından SSCB’nin kurulmasıyla Komünizm almaya başlamıştır. Ayrıca günümüz Ukrayna topraklarının doğusunda Anarşizm düşüncesi kısa süreliğine de olsa kendine yer bulabilmiştir.
Birleşik Krallık tarafında demokrasiye geçiş süreci biraz daha zamana yayılmış ve daha kademeli ilerlemiştir. 17. Yüzyıla kadar süren mutlak monarşiyi sınırlandırma girişimleri, sonrasında gelen Liberal iktidarla 17. ve 18. Yüzyıllarda parlamenter rejimin gelişmesi, en sonunda ise parlamenter rejimin iyice yerleşerek demokratlaşması bu süreci açıkça önümüze seriyor. İlaveten, Birleşik Krallık’ta ilk seçim reformu 1832 yılında, işçilerin bir kısmının da oy kullanmasını sağlandığı ikinci seçim reformu 1867’de, açık oydan gizli oya geçildiği üçüncü seçim reformu 1872’de, adayların harcamalarını kısıtlamak suretiyle rekabet eşitliğinin sağlandığı dördüncü seçim reformu 1883’te, son olarak seçmen sayısının iki milyondan yedi milyona kadar çıkarıldığı beşinci seçim reformu da 1884’te yapılmıştır.
Takvimler 1922’yi gösterdiğinde Benito Mussolini’nin Başbakan olmasıyla İtalya’ya Faşizm düşüncesi doğmuştur. Böylece Kıta Avrupası için adeta bir kara leke olan Faşizm’in tohumları ilk olarak İtalya’da atılmıştır. 1933’te ise Almanya’da Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin kurulmasıyla eski, kudretli günlerine özlem duyan Almanlar arasında da Faşizm düşüncesi yaygınlaşmaya başlamıştır. Propagandasını Milliyetçi temeller üzerine kuran Adolf Hitler bu düşüncesini önce parti bünyesinde sonra ülke genelinde ırkçılık boyutuna taşımıştır. Alex Haley’nin ‘‘Irkçılık ideolojik bir düşünce değil aksine psikolojik bir hastalıktır.’’ sözlerinin karşılığı olacak bir dizi elim olaya sebebiyet vermiştir.

1936 İspanya İç Savaşı’nın başlamasıyla ülkenin batısında Faşizm, doğusunda demokrasi, günümüzde özerk bir yer olan Katalanya’da ise Anarşizm düşüncesi alevlenmiştir. 1939’da savaşın son bulmasının ardından ülkenin tamamı Faşizm düşüncesiyle yönetilmeye başlanmıştır. Bu süreçte Avrupa’nın batısında -İsviçre hariç- Fransa, Belçika, Hollanda gibi birçok Avrupa ülkesi Faşizm’in pençesine düşmüştür. 1945’te II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle Batı ve Kuzey Avrupa demokrasiye geçiş sağlamıştır. Avrupa’nın doğusunda ise SSCB’nin öncülüğünde Komünizm yaygınlaşmıştır.
1949 yılına gelindiğinde Batı Almanya’da yürürlüğe giren 1949 Anayasası güçlü bir parlamenter sistem ortaya koymuş ve iki Almanya’nın birleşmesinden sonra da varlığını korumaya devam etmiştir. O tarihten sonra Almanya gerek siyasi gerekse ekonomi alanında büyük gelişme kaydetmiştir.
Yaklaşık 40 yıl Faşizm’in hakim olduğu İspanya’da Diktatör Franco’dan sonra koalisyon hükumetinin kurulmasıyla demokrasiye hızlı bir geçiş sağlanmıştır. Demokrasiye geçişi İspanya’dan dört yıl önce gerçekleştiren komşu ülke Portekiz’de ise 1974 Karanfil Devrimi sonucu Diktatör Salazar devrilmiş ve bu sayede demokrasi yönetimi kurulmuştur.
1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla Belarus dışında bütün Doğu Avrupa devletleri demokrasi rejimini benimsemiş ve uygulamaya başlamıştır. Bu sırada Belarus Müşfik Diktatörlük ile yönetilmekteydi. Dokuz yılın sonunda yani 2000 yılına gelindiğinde Rusya’da da bu eğilim görülmeye başlanmıştır. Nedeni de Boris Yeltsin’in istifası sonrası 26 Mart 2000 Rusya Devlet Başkanlığı seçimini Vladimir Putin’in kazanması ve bu yönde politikalar yürütmesidir. Son yirmi üç yıldır da Rusya’da yapılan beş seçimin tamamında yüksek oy oranıyla Putin ve 2008’de onun desteklediği Dmitri Medyedev başkanlık koltuğuna oturmuştur.
Bahsettiğim ideolojiler politik ideolojilerdi. Bunlara ek olarak liberalizm, kapitalizm, sosyalizmi kapsayan ekonomik ideolojiler ve dinlere, mezheplere, ülkelere göre değişiklik gösteren dini ideolojiler de Avrupa’da kendine yer bulabilmiştir.
KAYNAKÇA