Özet
Bu yazı 25.03.2023 tarihinde okumuş olduğum Prof. Dr. Turgut TARHANLI’nın yazmış olduğu ‘KUVVET KULLANMA, MEŞRUİYET VE HUKUK’ adlı makalenin inceleme yazısıdır. “Değişen Egemenlik Sürecinde Meşruiyet Sorunu ve Anayasal Düzen” başlıklı tartışma konusunu, bir uluslararası hukuk düzeninin kurulması ve bu bağlamdaki hukuki ve siyasi dinamizmin iç hukuk düzenindeki etkisi bakımından değerlendirmiştir.
Böyle bir değerlendirmede, iç hukukun yetkili kıldığı aygıtların işleyişindeki temel ilkeler, uluslararası hukuktaki kural koyma işlevinin uluslararası düzen bakımından da olası etkileri göz önünde tutularak ele alınacaktır. Bu tahlilde esas alınan temel konu, kategorik olarak uluslararası barış ve güvenliktir. Bu bağlamda söz edilen sorun ise 1990 ve 2003 bunalımları çerçevesinde Irak sorunudur.
Anahtar Kelimeler: Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi, Meşru Müdafaa, Irak Sorunu
Birleşmiş Milletler düzeninde devletler uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı, gerek de Birleşmiş Milletler’in amaçlarıyla bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınma yükümlülüğüne sahiptir. Bu da üye devletlerin olabildiğince savaş durumundan kaçmasını sağlar. Bunun tek istisnası ise meşru müdafaa durumudur ve bu durum devletler bakımından ‘doğal bir hak’ olarak nitelenir. Bunun dışında bir kuvvete başvurma durumu, tamamen Birleşmiş Milletler örgütü bünyesinde yürütülecek bir karar alma mekanizması neticesinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından belirlenebilir.
İç Hukukta Uluslararası Hukuk: Uluslararası Hukukun Meşru Saydığı Haller
Türk Anayasası, kuvvet kullanmaya karar verilmesi konusunda açıkça uluslararası hukuka atıfta bulunmuştur. Anayasa’nın, “Savaş hâli ilanı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin verme” başlıklı 92. maddesinin ilk paragrafına göre: “Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hâli ilanına ve Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir.”
Anayasa’nın bu hükmü, Türk hukuk düzeninde uluslararası hukukun belirlediği yetkinin üstün tutulduğunu öngörür. Burada karşımıza çıkan soru ise: Anayasa’nın atıfta bulunduğu uluslararası hukuk nedir? Sorunudur. Bu soruya verilecek cevap, 1945 sonrasında kurulan yeni dünya düzeni ya da Birleşmiş Milletler hukukunu değerlendirmeyi gerektirir.
Bu dönemden itibaren devletler için, ‘savaş’ bir hak olarak tanımlanmaktan çıkmıştır. Birleşmiş Milletler kurucu andlaşmasının ilgili hükmü bunu şöyle ifade eder:
“Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin Amaçlarıyla bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” Yüzyıllar boyunca, devletin egemenliğinin bir ifade biçimi olan, ayrıca uluslararası uyuşmazlıkların giderilmesi amacıyla başvurulacak yöntemler arasında bulunan ‘savaş’, Birleşmiş Milletler terminolojisi içinde bile yer almaz ve ‘kuvvet kullanma’ terimi tercih edilir. ‘Savaş’ teriminin kullanılmaması bir olayın başından itibaren savaş ile sonlanmasına ne kadar karşı olduklarını ifade etmektedir.
Birleşmiş Milletler düzeninde, kuvvet kullanma yasağına karşın devletlerin kuvvete başvurma hakkı tamamen ortadan kaldırılmış değildir. Sadece ‘meşru müdafaa’ gerekçesine dayanan durumlarda, kelimenin Türkçedeki gerçek anlamıyla ‘meşru’ bir kuvvet kullanma hakkı iddia edilebilecektir. Birleşmiş Milletler kurucu antlaşmasının 51. maddesinde bu hak tanınır. Bir saldırıya maruz kalmış bir devletin etki olarak kendini korumasından doğal hiçbir şey yoktur.
Hiçbir hukuk kuralı iyi niyet ilkesi ve makul olma ölçütünden uzak bir yoruma tâbi tutulamayacağı için, meşru müdafaa hakkının icra koşulları da bu esasa uygun olarak değerlendirilmek zorundadır. Bu hukuki çerçeve içinde, bir silahlı saldırının gerçekleşmediği, fakat gerçekleşmesi konusunda kesinliği tartışmasız sayılabilecek nitelikte koşulların var olduğu bir durumda da meşru müdafaa hakkının icrasına girişilmesi, hukuka aykırı sayılmayabilir.
Keza ABD’nin, özellikle Soğuk Savaş döneminde sıklıkla yaptığı gibi, silahlı saldırıya hedef olan bir müttefikiyle ‘ortak meşru müdafaa’ konumunda olduğu esasına dayanarak, ama o müttefikine yardım etmekten çok, ona saldırıda bulunduğu iddia edilen karşı taraftaki devletin ülkesine karşı orantısız bir silahlı kuvvet kullanmayı tercih etmesi, meşru müdafaa hakkının ikincil uygulama biçimine bir örnek oluşturmaz.
Bu durum meşru müdafaadan çok bir saldırı niteliğindedir. Müttefik devlete yardım etmek yerine karşı devlete orantısız bir güç kullanmayla meşru müdafaa ile alakası yoktur. Yukarıda bahsedilen durum, devletlerce, öncelikle bu konuyla doğrudan doğruya ilgilenmekle yetkili Güvenlik Konseyi’ndeki oturumlarda ve ayrıca bireysel olarak, kuvvet kullanma yasağının ciddi ihlâline ilişkin birer örnek olarak nitelenmiş ve kınanmıştır.
Bu kınama tutumu, sadece bir devletler uygulaması olmanın ötesinde, uluslararası hukuk tekniği bakımından normatif bir değer taşıyan, hukuken bağlayıcı bir sonuç da doğurur. Çünkü uluslararası hukukta, iç hukuk düzenlerinde olduğu gibi, yazılı kurallar esas alınmakla birlikte, yazılı olmayan kurallar da pozitif hukukun önemli bir kaynağını oluşturur. Hatta denilebilir ki, uluslararası hukuk büyük ölçüde bir örf ve âdet hukukudur.
Örf ve âdet hukuku, devletlerin bireysel ve/veya birlikte uygulamalarında varlık bulur. Ancak bugün, böyle hukuki değeri kabul edilecek bir uygulamanın varlığı XX. Yüzyılın başında olduğu gibi belirlenemez. O dönemde, sadece Avrupa’nın büyük devletlerinin uygulaması, bir örf ve âdet kuralının varlığı bakımından yeterli kabul edilebilirdi. O dönemin şartlarında böyle bir durumun olması normal karşılanabilir Avrupa’nın iplerini elinde tutmuş devletler halihazırda örf ve âdet oluşturabilir.
Oysa bugün, daha farklı bir değerlendirme tarzı uygulanmak zorundadır. Buna göre, tutarlı, sürekli yaygın ve çıkarları özel olarak etkilenen devletleri de kapsayan ve bir uluslararası hukuk kuralına uyma anlayışı içinde icra edilen devletler uygulaması bir örf ve âdet kuralının doğumuna esas oluşturabilir.
Birleşmiş Milletler hukuk düzeninde, ilkin, meşru müdafaa ve buna karar verme hakkı hedef devlete ait olan bir kuvvet kullanma biçimi; ikincisinde, Güvenlik Konseyi’nin kararına bağlı olarak üye devletlerle iş birliği içinde icra edilebilecek ve silahlı kuvvetlerin de kullanılmasını öngören bir kuvvet kullanma biçimi ya da uluslararası bir kolluk tedbiri, kuvvet kullanma ve meşruiyet bağının kurulmasının ilk adımlarını oluşturur. Kısaca, gerekenin ötesinde bir şiddet kullanılmasının önlenmesi ve böylece aşırı bir ıstırap ve mağduriyete engel olunması, insancıl hukuk kurallarıyla oluşturulmaya çalışılan hukuk düzeninin başlıca hedefidir. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçu insancıl hukukun koruduğu haklar alanının ağır ve maddi ihlâline ilişkin örneklerdir.
İki Irak Bunalımı – İki Hukuk Sorunu
İlk Irak bunalımı, bilindiği gibi, Irak’ın 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgaliyle başladı. Güvenlik Konseyi, Irak’a karşı, Birleşmiş Milletler kurucu antlaşmasının VII. Bölüm yetkileri çerçevesinde, ilkin Irak’ın tüm birliklerini saldırı öncesinde, 1 Ağustos 1990 tarihindeki konumuna çekmesini ve Kuveyt ile arasındaki uyuşmazlık konularının barışçı çözüm yöntemleri çerçevesinde, Arap Birliği’nin de katkısıyla hallini kararlaştırdı.
Irak’ın bu karara uymaması nedeniyle Güvenlik Konseyi tarafından önce askeri nitelikte olmayan zorlayıcı tedbirlere başvuruldu. Fakat bunların, Irak’ın, Kuveyt’i işgal eylemine son vermesi için yeterli olmadığı anlaşıldı. Konsey, Kasım 1990’da kabul ettiği diğer bir kararla, Irak’a, Kuveyt ülkesinden çekilmesi konusunda bir süre tanıdı. Bu süre, 15 Ocak 1991 tarihinde sona eriyordu. Konsey, anılan kararda, Irak bu tarihte veya bundan önce Kuveyt’ten çekilmezse, bu sorun baş gösterdikten sonra Irak hakkında kabul edilen ilk kararda öngörülen amacın yerine getirilmesi için gerekli tüm araçları kullanmaları konusunda üye devletlere yetki vermişti.
Irak bu karara uymadı ve Konseyin 678 (1990) sayılı kararına olumlu cevap veren devletlerin iş birliğiyle, 17 Ocak 1991 tarihinde Irak’a karşı ‘Çöl Fırtınası Harekâtı’ başlatıldı. Dönemin Hükümeti, bundan önce iki kez ve harekâtın başladığı tarihte üçüncü kez, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden Anayasa’nın 92. maddesi bağlamında izin istedi. Meclis bu izinleri verdi. Fakat ana muhalefet partisince ilk iki Meclis kararı aleyhinde Anayasa Mahkemesi önünde iptal davası açıldı, ancak Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildi.
2003 Yılındaki Tekrar Ateşlenme
Irak’ın silahsızlanma programının Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan denetim birimleri aracılığıyla uluslararası bir denetime tâbi tutulmasında 1998 yılından beri bir ilerlemenin sağlanamaması, sonuçta, 8 Kasım 2002 tarihinde kabul edilen 1441 (2002) sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla bu denetimin yeniden canlandırılmasına yol açtı. Ancak bu kararın kabulü süreci, özellikle Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinin büyük bir kısmı arasındaki farklı hukuki tezlerin karara yansıtılması konusunda bir gerilimi ortaya koymuştur.
Bir tarafta ABD ve Birleşik Krallık, Konsey kararının Irak’a karşı kuvvet kullanma niteliğinde zorlayıcı tedbirlerin de uygulanabilmesi olanağını vermesini savunurken; diğer tarafta daimi üyeler Fransa, Rusya ve o dönemde Konsey üyesi olan Federal Almanya, öncelikle 687 sayılı kararda ve daha sonraki Konsey kararlarında belirtilen uluslararası denetim faaliyetinin sonuçlarının kesin bir şekilde görülmesine yönelik bir politikayı savunuyor ve tartışılan Konsey karar tasarısının da bu çerçevede bir yetki vermesinde ısrar ediyorlardı.
ABD ve Britanya ise, bu defa daha sert, daha dişli bir kararın kabul edilmesini savunuyordu. Birleşmiş Milletlerdeki fikir ayrılıkları gayet doğal ve normal bir olaydır fakat önemli olan ortak bir karada buluşup kararı ona göre almalarıdır. ABD ve Britanya, Ekim 2002’de sundukları karar tasarılarında, daha önceki 678 (1990) sayılı kararda olduğu gibi, Irak’ın uluslararası denetim faaliyetleri karşısındaki tutumuna bağlı olarak üye devletlere, bu ülkeye karşı ‘gerekli tüm araçları kullanma’ konusunda bir yetki verilmesini önermişlerdi.
Bu öneri Konseyde kabul görmemiş ve karşılıklı karar tasarılarının hazırlanması sonucunda, 1441 (2002) sayılı karar metninde mutabık kalınmıştı. Bu kararın sondan bir önceki paragrafında, Irak’ın, süregelen bir biçimde yükümlülüklerinin ihlâli nedeniyle ciddi sonuçlarla karşılaşacağı konusunda, Konsey tarafından defalarca uyarıldığına, bir kez daha dikkat çekiliyordu. Karşı kuvvet kullanma yetkisinin sağlanmasına çalışılmaktaydı.
ABD, Birleşik Krallık, İspanya ve Portekiz’in Azor adalarında yaptıkları zirve toplantısı sonrasında, ABD Başkanı George W. Bush’un ifadesiyle, başta ABD olmak üzere, bu devletlerin ‘egemen yetkileri’ ne dayanarak gerekli zorlayıcı tedbirlere başvuracakları beyan edildi. Sonuçta, ABD ve Birleşik Krallık 20 Mart 2003 tarihinde, Irak’a karşı askeri bir harekât başlattılar.
Kendi kararları doğrultusunda olmayan bir karar sonrası böyle bir hak onlara tanınmaz. Bu durum kanımca Birleşmiş Milletlerin kararlarını yok saymak anlamına gelir. Irak bunalımının 2002 Kasım – 2003 Mart evresinde, hukuken vurgulanması gereken ilk konu, Irak’a karşı kuvvet kullanma niteliğinde tedbirlere başvurma önerisinin öncelikle Konsey’de, üye devletlerce bir karar almayı sağlayacak çoğunluktan yoksun kalmasıdır. Bu durum da alınan kararın adil ve mantık çerçevesinde olmadığını göstermektedir.
ABD’nin, Irak’ı da kapsamına alan bir şekilde kuvvet kullanma seçeneğini ön plana ittiği bir politikayı savunması, 11 Eylül 2001 tarihinde, ülkesine yapılan saldırılarla da bağlantılı bir biçimde sunulmaktadır. Bu iddia, adeta bir meşru müdafaa olarak tanımlanır. Nitekim ABD hükümetinin, 7 Ekim 2001 tarihinde, Afganistan’a karşı başlattığı askerî harekât konusunda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunduğu resmi mektubunda, kurucu antlaşmanın 51. Maddesinden alınan böyle bir yetkiye dikkat çekilmekteydi. ABD’nin, o tarihte ‘mevcut’ olarak nitelediği bir tehdide ek olarak, ileride gerçekleşecek tehditlere karşı da bu hakkını saklı tuttuğu vurgulanıyordu. Irak’a karşı başlatılan askerî harekât, yukarda üzerinde durulan, uluslararası hukukun meşru kabul ettiği çerçevede bir kuvvet kullanma örneği değildir. Irak’ın, iddia edildiği gibi, ABD’ye özellikle kitle imha silahları kullanılarak bir silahlı saldırı tehdidi yarattığını ortaya koyan kanıtlar bulunamamıştır.
Bunlara ek olarak, Bush yönetiminin iktidarı devralmasından sonra, önceki yönetim döneminde imzalanmış fakat henüz onaylanmamış olan Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsündeki ABD imzasını geri çekmesi de konuya ilişkin bir devlet uygulaması olarak, bu bağlamda hukuki bir anlama sahiptir.
Sonuç
Birleşmiş Milletler ‘savaş’ kelimesini terminolojisinde bile kullanmazken istisnai bir durum olarak tek meşru müdafaayı meşru kılar. Meşru müdafaanın da meşru kabul edilmeyeceği bazı durumlar da mevcuttur.